HILLSIDER 25 / ZEYNEP PAKEL

Sıradan bir Pazartesi akşamıydı. Bağdat Caddesi’ni kesen karanlık sokakta, arabama hırsız girdikten az sonra, o korkunç köprü trafiğini tahmin edebileceğiniz ruh hali ile geçip, Bebek’e gelmiştim. Bir süre de çiseleyen yağmurun altında yürüyüp, en nihayet Zeynep Pakel’in  evine vardım. Demir bir bahçe kapısından geçip, kaç basamak olduğunu sayamadığım beton medivenlerden çıkmaya başladım. Karanlıklar içinde kalan meyva ağaçlarını ve üzerine sonbahar yaprakları dökülmüş havuzu geçtikten sonra beni kapıda bekleyen çok hoş bir kadın ile karşılaştım. Güler yüzünden mi yoksa kalbinin güzelliğinden midir bilinmez her taraf aydınlandı. Soğukta yürümekten üşümüş içimi ısıtmak için, hemen bir fincan çay yaptı…

İpek Kigan: Bildigim kadarıyla çocuklarınız Ingiltere`de okuyor. Kaç yaşındalar?

Zeynep Pakel: Oğlum 14, kızım 12 yaşında.

İ.K: 2 yaş arayla çocuk sahibi olmak sizi zorlamadı mı? Düşününce bana kabus gibi geliyor da…

Z.P: Zorlamaz olur mu? Bir kere insan çok yoruluyor. Daha toparlanmadan bir daha hamile kalıyorsunuz. Bayağı yorucu. Senelerce uykusuz kalıyor, senelerce bebek maması pişiriyorsunuz. Aklınıza gelen bütün sorunlar ikiyle çarpılıyor. Ama sonra da rahat ediyorsunuz. Ayrıca çocuklar için aralarında az yaş farkı olması daha güzel galiba. Beraber oynuyorlar, çalışıyorlar, beraber kavga ediyorlar. Birbirlerine arkadaş oluyorlar.

Çaktırmadan çevreme bakmaya çalışıyorum. Oturduğu ev kemerli bir yapının restore edilmiş hali. Her tarafa büyük yastıklı koltuklar ve bej rengi hakim. Tam karşımda yarı açık bir oda kapısı. Kalkıp girmemek için kendimi zor tutuyorum. Kendi evimde gibi rahat oturuyorum nerdeyse. Bu koltuklarda başka türlüsü de imkansız gibi. Konuyu hemen Cafe Meya’ya getiriyorum.

İ.K: Cafe açarak bir  hayalinizi mi gerçeklestirdiniz ? Yoksa herşey bir tesadüf müydü?

Z.P: Tamamen tesadüf. Düşündüğüm bir şey değildi. Sadece kullanılmayan bir yerimiz vardı. Orayı uzun zamandır değerlendirmek istiyordum. Fakat burası öyle bir mekan ki; her istenilen şey yapılamazdı. Bir ara hediyelik eşya dükkanı açmayı düşünmüştüm ama insanlar buraya alışveriş yapmaya gelmiyorlar pek. (Bahsi geçen semt Bebek.) Yemeye, içmeye, eğlenmeye geliyorlar daha çok. Ne yapayım diye uzun uzun düşündükten sonra-ki bu süre 7 sene kadar sürdü!- aman cocuklar biraz daha büyüsün, okuma-yazma öğrensin derken seneler geçti. Sonra oğlum İngiltere’ye gittiği zaman hissettiğim boşluk duygusundan sonra kesin bu işi yapmaya karar verdim. Meya’nın dekorasyonunu yapan arkadaşım da beni çok cesaretlendirdi.

İ.K: Ne kadar zaman oldu?

Z.P: 1,5 seneyi geçti.

İ.K: Peki cafenin her şeyi sizden mi sorulur?

Z.P: Tabii. Başından beri her şeyiyle ben ilgileniyorum. Hemen hemen her gün, özellikle hafta sonları muhakkak cafede oluyorum. Hafta içi bütün alışverişi ben yapıyorum. Alışverişi kimseye bırakmam.

İ.K: Meya’nın ön plana çıkan özelliği nedir?

Z.P: Kahvelerimiz. İlly kahve satıyoruz. Ve kahve konusunda da iddialıyız. 15 çeşitten fazla kahve yapıyoruz.

Kısa bir süre susuyor. Sonra…

Z.P: Ben bir cafeye gitmek isteseydim böyle bir cafeye gitmek isterdim. Herşeyi bu düşünceye dayanarak yaptım. “Ben ne yemek isterdim, ne içmek isterdim”den yola çıktım. Çok iyi bir cafe müşterisiyim.

İ.K: Bu işe girdikten sonra  daha büyük hedefleriniz oluştu mu?

Z.P: Hiçbir şeyi çok önceden planlamıyorum. Hep böyleyimdir. Planlayan bir karakter yapım yok.

İ.K: Büyümeye istek var mı peki? Benim merak ettiğim o.

Z.P: Şu anda öyle bir istek yok. Ama her şey olabilir ilerde. Belki benimle 6 ay sonra konuştuğunuzda size bambaşka bir şey de anlatabilirim, 3 sene sonra da başka bir şey anlatabilirim. Çünkü hayatın akışı insanı bir yerlere götürüyor. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor zaten.

İ.K: Anlık yaşıyorsunuz.

Z.P: O anda ne yapılması gerekiyorsa onları yapıyorum. İnsan gençken (bu kelimeyi niye kullandığını hiç anlamadım. Bence genç dediğin onun gibi olur zaten!) daha planlı oluyor aslında. Ben de öyleydim. Özellikle eğitim konusunda. Planladıklarımı yaptım, okulda öğretilen gibi her şeyi kontrol edebileceğimi sandım. Çalışırsam iyi not alırım, çalışmazsam kötü not alırım. Aslında hayat öyle okula gider gibi planlanabilen bir şey değil. Yaşamda çok çalışsanızda kötü not alabiliyorsunuz, değil mi? Ya da tam tersi. Ve zamanla gördüm ki hiç kimse hiçbir şeyi çok fazla kontrol edemiyor.

İ.K: İşler iyi gidiyor mu?

Z.P: İşlerimiz gayet iyi. Sabah 9’dan akşam 9’a kadar açığız. Sabah kahvaltısı veriyoruz, öğlen yemek servisimiz var. Yemekler daha çok salata ağırlıklı. Makarnalar, sıcak sandviçler. Kışın hergün çorba yapıyoruz.

İ.K: Mutfağa giriyor musunuz?

Z.P: Yemek yapmıyorum  ama aşçımızla beraber menüyü hazırlıyoruz.

İ.K: Orjinal yemek tarifleri bulmak için araştırmalar, kişisel denemeler falan yapıyor musunuz?

Z.P: Bir kere yemek işinin cok ciddi bir iş olduğuna karar verdim. İddialı yemeklere, lezzetine alışkın olmadığımız yemeklere girmiyorum. Çünkü iddialı yerlerin çok da başarılı olduğunu düşünmüyorum. Benim yapmaya çalıştığım malzemenin çok kaliteli olmasına dikkat etmek. Sağlıklı, taze ve en iyi malı aldığınızda yaptığınız otomatik olarak güzel oluyor. Arada sırada menümüzü değiştiriyoruz ama.

İ.K: Müşteri kitleniz nasıl?

Z.P: Hoş bir müşteri kitlem var aslında. Her yaştan insan geliyor ama tarzları genellikle aynı. Tam bir cafe müşterisi. Rahat bir ortam isteyen, istediği şekilde ve saatte gelen, uzun süre oturabilen, kahvesini içerken kitabını, dergisini okuyan, sade ama kaliteli ürünler isteyen müşteri tipi. Yeni oluşmaya başladı zaten cafe müşterisi. Eskiden restoran müşterisi vardı bizde. Cafeler son 5-6 yıldır var olmaya ve tutulmaya başladı. Epey de popüler oldu. İnsanlar seviyorlar cafeye gitmeyi. Bir de müşterilerimin çoğunu kadınlar oluşturuyor.

 Aslında yaptığı işin oldukça riskli bir iş olduğunu söylüyorum. Malların hep taze, hep temiz olması lazım, günlük ve tüketilecek kadar alışveriş yapmak lazım. Çok alıp, zarar edebilir veya az alıp, müşteriye mahçup olabilirsiniz. Dükkana belki de sadece o anda uğramış bir böcek, en iyi markayı aldığınız halde bozuk çıkması, aşçının hastalanması, yıldırım düşmesi, Bebek koyunda bir  tsunami gibi paranoyak risk ihtimalleri bu işte de bitmek bilmiyor… 

Z.P: Malzeme konusuna  çok duyarlıyım ve çok hassasiyet gösteriyorum. Çünkü bu yaz ben ciddi bir zehirlenme olayı yaşadım. İsmini vermeyeyim, bir yerde somon balığı yedim ve tam 3 gün yatakta yattım. Ateşim çıktı, kilo kaybettim. Bu yüzden daha da çok dikkat ediyorum. Yazın menüyü değiştiririm. Sıcakta bozulması kolay olan malzemeleri kullanmam. Kontrolü sağlayabilmek için de her gün en az 1 öğünümü mutlaka Meya’da yerim.

İ.K: Peki Meya’dan çok önce neler yapıyordunuz?

Z.P: Hemen öncesinde bir boşanma, ondan önce de bir evlilik dönemi yaşadım. Evlilikten önce Amerika’da pazarlama üzerine üniversite okuyordum. 5-6 sene kadar orada kaldım. Ve okul sonrasi 1,5 sene kadar New York’da çalıştım.

İ.K: Anladığım kadarıyla erken evlenip hemen çocuk sahibi olmuşsunuz. Neden çalışmaya devam etmeyi düşünmediniz?

Z.P: O anda benim ihtiyacım olan tek şey bir çocuk sahibi olmaktı, çalışmak değil. Ve sonra da çocuklarımı yaşamak istedim.

İ.K: Güzel cafenizden biraz uzaklaşmak iyi olacak galiba. Sinemayı sever misiniz?

Z.P:  Güzel filmleri seyretmeyi, sinemayı sinemada izlemeyi seviyorum.

İ.K: Özelikle tercih ettiğiniz bir sinema var mı?

Z.P: Beyoğlu’na çok sık gidememekle birlikte, orada sinemaya gitmekten hoşlanırım. Aslında filmleri takip ediyorum ben. İstediğim film nerede oynuyorsa, o sinemaya gidiyorum.

İ.K: Beyoğlu insana özgürlük duygusu veriyor değil mi? Rahat ve özgür!

Z.P: Evet. Orada bir gün geçirmek küçük bir tatil yapmak gibi geliyor bana. Sultanahmet taraflarından da hoşlanırım. Mısır Çarşısı’na bayılırım mesela. Oralarda dolaşayım, insanlarla konuşayım. Ayakları yere basan insanlar var orada. Yaşamın içinde, yaşamın göbeğinde olan insanlar.

İ.K: Son zamanlarda kiminle konuşsam ya meditasyona başlamış, ya yoga yapıyor ya da bu konularla ilgili kitaplar okuyor. Sizde ilgileniyor musunuz bu konularla?

Z.P: Ben 7-8 sene önce bir dönem bayağı ilgilenmiştim. Kendini geliştirme kitaplarından çok okudum. Meditasyonla ilgili olarak da Brahma Kumaris diye bir grubun düzenlediği kurslara 1 sene kadar gittim. Şu anda bir ihtiyaç hissetmiyorum. Ama o dönemde bana çok yardımcı olmuştu. Zaten ben yeni ve farklı fikirlere, düşüncelere açığımdır. Önyargılı yaklaşmam. Empati yönüm gelişmiştir. Bu gibi yönlerimi geliştirmede de yardımcı oldu bana.

İ.K: Bütün öğretileri düşündüğümde artık aynı şeyleri söylediklerini düşünüyorum. Bilgi tek galiba. Bütün yollar aynı kapıya çıkıyor.

Z.P: Oraya varmak önemli. Aklın yolu birdir diye bir laf vardır. Onu keşfettiyseniz, tamam. Önemli olan kendinizi dinlemeyi öğrenmek. Ben çocuklarıma da hep onu söylüyorum. Siz doğruyu zaten biliyorsunuz. O sizin içinizde. Yeter ki kendinizi dinlemeyi bilin. Size en iyi ne gelir, onu kendiniz bulacaksınız. Ben meditasyona gittim. Çünkü o sıralar ihtiyacım vardı. Şimdi yok. İnsan kendi ruhunun gelişimini takip ederse, ne zaman ne gerekiyorsa onu yapacaktır.

İ.K:  Ruhsal dengeden, fiziksel dengeye geçiş yapalım. Spor yapıyor musunuz?

Z.P: Evde jimnastik yapıyorum. 4-5 sene ata bindim. 2 sene atlı spora, 2 sene de Yeniköy’de Levin Okçuoğlu’nun yerine gittim. Sık sık Ömerli’de araziye çıkardık. Fakat bir canlı ile birlikte yapılığı için sürekli ilgi istiyor. Hayvana 3 gün, 4 gün binmeseniz olmuyor. Bir de  en son bir atım öldü. Çok uğraştım ama kimse hiçbir şey yapamadı. Gözümün önünde öldü. Ondan sonra bıraktım bu sporu zaten.

İ.K: Ata binmenin bir başlama yaşı yok galiba?

Z.P: Hayır. İstediğiniz yaşta ata binebiliyorsunuz.

İ.K:  Bir canlı ile beraber spor yapmak, ona hükmedebilmek, onu kontrol edebilmek zor. Araba değil ki bu, frene basınca dursun. Bir kere bindim ve atın üstünde kendimi ne kadar güçsüz ve çaresiz hissetiğimi anlatamam. 

Z.P: Size uyum sağlayan bir atınız varsa ata binmek çok zevkli bir spor.

İ.K: Sizce başka zevkli sporlar?

Z.P: Kayağı severim. Ama çocuklar olmasa her yıl gidip de kayak yapacağımı zannetmiyorum.

Telefonu çalıyor. O konuşurken ben saatte bakıyorum. Epey olmuş. Kızımı düşünüyorum. Bu akşam için onu Akmerkez’deki Kiddyland’e götürmeye söz vermiştim. Söz verip de tutamadığım zaman gerçekten üzülüyorum. Nereden bilebilirdim röportajın böyle keyifle uzayacağını.

İ.K: Hayatınızı geçirmek istediğiniz yer burası mı?

Z.P: Yurt dışında bayağı bir zaman yaşadım. Hem Avrupa’da, hem Amerika’da. Şu anda İstanbul’u çok seviyorum. Başka bir yerde yaşamak istemem.

İ.K: Her şeye rağmen diyorsunuz.

Z.P: Her şeye rağmen. İstanbul’un bir enerjisi var. İnsana dinamizm veriyor. Avrupa’da akşam 9’da sokakta insan bulamazsınız. Ayrıca insanın kendi memleketinde olması ayrı bir duygu. Sonuçta burası bizim.

İ.K: Size yeniden bir hayat verilse nasıl yaşamak isterdiniz?

Z.P: Genelde içimden geldiği gibi yaşadığım için gene aynı şekilde yaşamak isterdim ama   daha cesaretli olurdum. Daha fazla şeye evet derdim. Daha fazla insan tanırdım. Çünkü bence insanların hayatı öğrenebilecekleri tek yol başka insanlardan geçiyor.

İ.K: Gene aynı yaşta evlenip, gene aynı yaşta mı çocuk sahibi olurdunuz?

Z.P: Gene evlenmek gerektiğini hissettiğim yaşta evlenirdim. Çocuk doğurmam gerektiği yaşta çocuk doğururdum. Gene her şeyi istediğim zamanlarda yapmak isterdim. Bu yaşamdaki en büyük lüks bence.

Teybi kapatıp, geldiğim bahçe yolundan gitmek üzere kalkıyorum. Yağmur fena halde yağıyor artık. Arabaya kadar yürümek zorundayım. Geceleri Bebek’i hep sevmişimdir. Sessiz ve temiz. Denizin ve seyrek trafiğin sesi var sadece. Bir de yağmurun tabii… Fena halde yağan yağmurun!!!

HILLSIDER 24 / DENİZ SEFEROĞLU

Güzel bir Ağustos sabahı, Kavacık tepelerinde, insanı rahatlatan yemyeşil bir bahçeye gittim. O bahçede,  gözleri insanın içine aydınlık veren güzel bir insanla tanıştım, bir modacıyla…. Uzun gölgenin altında saatlerce oturduk ve sohbetimize hiç ama hiç doyum olmadı.

İpek Kigan: Anladığım kadarıyla Amerika’da bir müddet yaşadınız.

Deniz Seferoğlu: Evet, yaklaşık 3 sene. Bence Amerika’nın en güzel yerinde New York’da yaşadım.

İ.K: Okumak için mi gitmiştiniz?

D.S: Hayır, sadece ben Amerika’ya gitmeliyim diyerek gittim. Gezmek için gittim. Elimde valizim, cebimde biraz para. O kadar.

İ.K: Hiç tanıdık yok?

D.S: Kardeşim orada okuyordu. Ama New York’ta değildi. New York’ta da birkaç ahbap vardı. O dönemde babam bakan olduğu için 1 aylığına konsolosluğa yerleştim. Sabahları kahvaltıda telefon rehberini açıp, okul arıyordum. “Buraya kadar gelmişken okula gideyim bari” dedim. Ana-baba parası ile yapılacak en kolay şey budur diye. Park Avenue üzerinde bir okula yazıldım.

İ.K: Bir dakika, bence hikayeyi daha baştan dinlememiz gerekiyor.

D.S: New York’a daha önce bir kez arabayla girmiştim. O bana çok tesir etmişti. New York’da bir mezarlık vardır. Mezarlığın tam arkasından, Manhattan Adası görünür. O kadar birbirine benzer ki aslında. New York’a girer girmez ilk gördüğüm şey önde mezar taşları, arkada gökdelenler. İnanılmaz bir şeydi benim için. Gözümün önünden gitmez. Yaklaştıkça acaip bir his kapladı beni. Sanki ben burada mıydım eskiden, buralı mıydım? Döndüm ve dedim ki; “benim dünyada yaşamam gereken tek bir yer var”. Yıllar sonra oraya geri döndüm. 81 senesiydi. 24 yaşındaydım. Okula kayıt oldum. Greenwich Village daha o kadar meşhur değil. Ama baktım ki gençlik orada yaşıyor, NY üniversitesi orada. “Burada enteresan birşeyler oluyor” dedim. Civarda bir ev buldum. Kapıcısı da var. Orada kapıcılı ev bulmak büyük meseledir. Korkar herkes biliyorsun. Derken eve yerleşirken, bir arkadaşım beni partiye davet etti. Elbiselerimi asmayı falan bırakıp, hemen partiye gittim. Tesadüfler insanın hayatının yönünü değiştiriyor. Partide Saks Fifth Avenue’nun satın alma müdürü ile tanıştım. Okula yazıldığımı anlattım. “Sen deli misin?“ dedi. Meğerse orası evde sıkılan kadınların dikiş öğrenmeye gittiği bir terzi okulu imiş,. Ben Amerika’ya gitmeden önce 6 sene çalışmış olduğum için bana Parsens diye bir okulu tavsiye etti. “Girmek çok zordur ama git bir şansını dene” dedi. Ben hakikaten ertesi gün gittim. Tam da cahil cesareti. Bana portfolyomu sordular. Tabii anlamadım çünkü o kelimeyi ilk defa duyuyordum. Ama çalışma hayatımı, neler yaptığımı anlattım. Mudo’da 5 sene kadar çalışmıştım. Benim asıl eğitimim odur aslında.  “Gel yarın kaydını yaptır“ dediler. Ben hala ne yaptığımın farkında değildim, ne kadar önemli bir şey başardığımın. Nasıl oldu bilmiyorum. Gerçekten bu insandan aldığınız elektrikle ilgili bir şey.

İ.K: Amerika kuralcı diye bilinir ama..?

D.S: Kuralcı ama insanların özelliklerini hemen yakalıyorlar ve doğru değerlendiriyorlar. Bende varolan okuma açlığını gördüler. İşin içinden geliyorum ve okumak istiyorum. O noktayı yakaladılar. Ve ben iki sene moda tasarımı okudum orada.

İ.K: Peki Amerika’dan önce?

D.S: Ondan önce beş sene Mudo’da ve 1 senede Titiz’de çalışmıştım. Mudo’da Mustafa Taviloğlu’nun asistanlığını yaptım. Dosya da tuttuk, bir milyon düğmeyi renklerine ve boylarına göre de ayırdık. Tam olarak alaylı bir eğitimdi benim için.

İ.K: Aynı zamanda stilistlik de yapabildiniz mi orada? Yaratıcılığınızı kullanma fırsatınız oldu mu?

D.S: Oldu diyemiyeceğim. Çünkü o dönemde Türk Moda Sanayinin liderleri diyebileceğim insanlar yeni yeni Paris’i keşfetmişti. Paris’teki defilelere bir yolunu bulup girilir, fotoğraflar çekilir ve içlerinden seçilenler ile koleksiyon hazırlanırdı. Tamamen kopya üzerine.

İ.K: Mudo’dan önce okuyor muydunuz?

D:S: Liseden sonra Mimar Sinan Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü’ne girdim. Bir sene dayanabildim. Bir sene sonra oradaki eğitim sisteminin benim tabiatıma çok aykırı olduğuna karar verdim. Eminim şu anda değişmiştir. Çalışma hayatına atılıp para kazanmayı seçtim.  

İ.K: Küçüklüğünüzden beri kesmeye, biçmeye, yeni bir şeyler yaratmaya karşı ilginiz var mıydı?

D.S: İçgüdüsel olarak vardı. Annemim aldığı şeyleri keserdim, boyardım, yeniden yaratırdım. Arkadaşlarıma dikerdim. Her zaman ilgim ve yeteneğimin olduğu bir konuydu.

İ.K: Amerika’dan sonra hemen  Beymen’de mi çalışmaya başladınız?

D.S: Cem Boyner ile Robert Kolej’de beraber okuduk. Amerika’dan geldiğim zamanlarda burada da görüşüyorduk. Bir şekilde kontağı kurduk. “Hayatta buraya geri dönmem” diyordum. Ne yaparsam yapayım orada kalacaktım. Yavaş yavaş yumuşamaya başladım. “Bir konuşalım bakalım” dedim. Artık öğrenmişim portfolyoyu. Portfolyomu yolladım. “Kumaşları yolla, belki burada Altınyıldız’da üretebiliriz” dedi. Bu çok hoşuma gitti. Koleksiyon kumaşlarını yolladım.

İ.K: Siz Amerika’dayken kendinize ait çalışmalara başlamış mıydınız?

D.S: Tabii, koleksiyonum vardı. Okulda zaten koleksiyon hazırlatırlar. Çeşit çeşit koleksiyon hazırladım. Ayakkabı koleksiyonumdan ödül aldım. Chicago’dan ciddi bir iş teklifi gelmişti o zamanlar.

İ.K: Sizi cezbeden şey neydi Amerika’yı bırakmak için?

D.S: Küçük havuzda büyük balık olmak. Burası kendi memleketim. Ne olursa olsun orada bir yabancısınız. Burası benim evim. Bir de o zaman İstanbul çok güzeldi. Hayat rahattı. Bir şeye sahip olmak kolaydı. Ben o zamanlar maaşımla bir araba satın aldım. Hiç canım acımadan aylığımdan keserek bir arabaya sahip oldum. Bugün çok zor. Amerika’dan geleceksin, bir işe girip, araba satın alacaksın. Burada o kazandığım parayla gayet güzel bir hayat yaşıyordum. Daha güvenliydi ve daha basitti hayat. Bugün olsa orada kalmayı tercih ederdim. Artık şartlar aynı çünkü.

İ.K: Peki Beymen’de stilist olarak mı işe başladınız?

D.S: Evet. Beymen Club’ın stilisti olarak başladım. Ama o zamanlar Japonlar’ın büyük etkisi vardı modada. Benim koleksiyonum da bu çizgilerin etkisindeydi ve Beymen Club markasıyla aslında hiç uymuyordu. Club, haftasonunu ve sporu çağrıştırıyordu. Koleksiyonuma bambaşka bir marka koymamı istediler ve böylece Beymen Stüdyo çıktı ortaya.

İ.K: Beymen Stüdyo kaç senedir var, müşteri profili nasıl gibi konuları merak ediyorum.

D.S: 14 sene oldu. Stüdyo’nun çok sadık bir müşteri grubu vardır. Çoğunlukla çalışan, okumuş ve aktif kadın. Stüdyo’nun satışları da sürekli büyüyor. İlk başladığımız döneme göre satışlar bugün %400 daha fazladır.

İ.K: Stilistlerin çalışma tarzları nasıldır? Yani bir koleksiyon yarattınız ve bir markaya transfer oldunuz. Koleksiyonunuzu direkt markanın içine koyuyor musunuz yoksa yönledirmelerle koleksiyonunuzu markaya uygun hale mi getirmeye çalışıyorsunuz?

D.S: Şimdi benim Beymen’e geldiğim dönemde, ben koleksiyonumu hiçbir değişikliğe ve revizyona maruz bırakmadan kullandım. Ama bugün Beymen’den başka bir mağazaya transfer olsam orada kendi koleksiyonumu yapamam. Rakkamlarla yürümek gerekiyor bu işte. Ne satmış, kaç adet satmış, satmayan niye satmamış. Sadece tahlil ederek bir noktaya varıyorsunuz.

İ.K: O kadar da yaratıcılığa dayanan bir iş değil galiba gerçekte stilistlik?

D.S: Hayır, kattiyen değil. Çok bilimsel. Mecbursunuz, o dönemin modasını takip edeceksiniz, kendi koleksiyonunuzun hangi müşteri profiline hitap ettiğini tespit edeceksiniz, fiyatları belirleyeceksiniz. Sadece rakkamlarla ilerliyorsunuz. Başka bir şey yok. Geri kalansa teknik. Dikişler, kalıplar nasıl olmalı vs. 

İ.K: Koleksiyonları yaratırken sizi yönlendiren ilhamdan çok gerçekler, öyle mi?

D.S: Tabii ki. Böylesi daha iyi zaten. Kolay mı 6 ayda bir koleksiyon hazırlamak. Gelir mi böyle ilham, hayalgücü. Değişerek gelişiyorsunuz. Benim mesela 12 sene evvelki koleksiyonumu getirseler tahammül edemem bakmaya. Çünkü hataları görürüm. Bugün hem ürün geliştiriyorsunuz, hem satan malı tespit ediyorsunuz, hem müşteri profilinizi ve içinde olduğunuz markayı sürekli düşünmek ve satışlara bakmak zorundasınız. Bu kadar çok etken var. Bir de modayı takip edeceksiniz.

İ.K: Bir yılda kaç kere yeni koleksiyon hazırlanıyor?

D.S: Yılda 2 kere. Aslında 4’e bölünür.Önce baharlığı düşünürsünüz, ilkbahar ya da sonbaharı. Sonra da yazı ve kışı. Ama bu hazırlık yapılırken biri bitip, öbürü başlamıyor. Mesela şu anda kış koleksiyonuna da mal ürettiriyorum, oradaki hata ve problemleri çözmeye çalışıyorum. Bir yanda da öbür yazın modellerini ürettiriyorum, koleksiyonuna karar veriyorum, renklerine ve yapısına karar veriyorum.

İ.K: Genelde dünyada da hep 1 yıl sonrası için hazırlık yapılıyor değil mi? Moda dünyası hep 1 yıl ilerde yaşıyor.

D.S: Evet. Ama Türkiye’de genellikle daha kısa vadede çalışırlar. Beymen kadar önden giden çok az firma vardır.

İ.K: Peki 1 yıl sonrasının koleksiyonunu hazırladıktan sonra koleksiyonun tutmama riski ne kadar var? 1 yıl içinde birçok şey değişebilir çünkü?

D.S: Dünyada moda trendlerini veren bazı kuruluşlar var. Buradan bir takım dökümanlar satın alıyoruz çok ciddi rakkamlara. Bu bir masal değil, bu ciddi bir sanayi.

İ.K: Uzaktan sanki masal gibi görünüyor ama. Modayı da belirleyen bu kuruluşlar sonuçta, öyle mi?

D.S: Kumaşçılar ve yan sanayi. Ben bunu söyleyince şaşırıyorlar. Herkes benden romantik kelimeler bekliyor. “Nasıl yaratıyorsunuz, koleksiyonunuzu yaratırken nelerden esinleniyorsunuz?” gibi sorular geliyor bana.

İ.K: Evet, ben de soracaktım.

D.S: Hiç öyle bir şey yok. Bize hazır veriliyor trendler. Orada Sizin iç güdünüz giriyor devreye. O tutar, bu tutmaz, bir nevi kumar oynuyorsunuz. Kumaş fuarları var. Orada kokuyu alıyorsunuz. Pamuk bitmiş, pamukla polyesteri karıştırmışlar, bu büyük yenilik diyorsunuz mesela. Kumaşçılarda nasıl yola çıkıyorlar? 2 senedir keten almış yürümüş ise, herşey ketenden yapılmışsa, yeter artık ketenciler çok para kazandı, biraz da viskonculara destek verelim diyorlar. Bir bakıyorsunuz, viskonlar çıkmış. Yan sanayi var, düğme, çıt çıt v.s. Sonuç olarak olay bu sektörü besleyen bütün birimlerin belli aralıklarla para kazanması temeli üzerine oturtulmuş.

İ.K: 70’li yıllara, 60’lı yıllara geri dönüşler yapılıyor ?

D.S: Tabii, tükeniyor fikir. Bütün amaç ne biliyor musunuz, sizin gardrobunuzda olmayan bir şeyi size sunmak ve satın aldırmak. Karşı akımlar çıkıyor tabii. Bakarsınız bazı insanlar hep aynı giyinir. Bu, bir noktadan sonra bu işi küçük görmekten kaynaklanıyor. Çok da önemli değil aslında. Bütün seyrettiğimiz uzay filmlerinde tulum giyerler, bir örnek giyinirler. Oraya doğru gittiğimize inanıyorum yani. Bu da bitecek. Bundan 100 sene sonra belki de su bulmak için uğraşacağız, bırakın giyinmeyi. Belki aynı giysiyle 1 seneyi geçireceğiz veya 1 kere giyip, yırtıp atacağız. Oraya doğru gidiyoruz. Bu durum da moda sanayini öldürecek. Dolayısıyla sürekli geriye dönüyorlar. 50’li, 20’li yıllar… Ne kadar çok üretip, ne kadar çok satarız, insanları nasıl cezbederiz düşüncesi. Tabii ki bir fantezi tarafı var.

İ.K: 18. yüzyıl modasına dönme şansı var mı peki?

D.S: Bir eteğe giden kumaş sarfiyatı 50 cm ise, o zaman bir eteğe 5 metre gider. Kumaşçılar çok iyi para kazanırlar yani.

İ.K: Giyimde o dönemin hayranıyım da. Yeniden moda olsa ne güzel olurdu diye düşündüm bir an.

D.S: Bir kere o dönemde romantizm var. Şu zamanda dünyada romantizm bitmiş. 18. yüzyıl geri gelmez.

İ.K: Sizi en çok etkileyen modacılar ve akımlar hangileri peki?

D.S: 1980’li senelerde Japon etkisinde oluşan akım beni çok etkilemişti. Sonra 90’lı senelerde Donna Karan’lar, Calvin Clein’lar çıktı ortaya. Onlar satışa yönelik çok akıllı koleksiyonlar yapıyorlar. Yaratıcılığı çok dozunda kullanıp, daha çok satılabilecek, uzun süre giyilir, kaliteli mal ürettiler. Çok temiz çizgilerle. O beni hala çok etkiliyor.

İ.K: İtalyan markaları sizi etkilemiyor mu?

D.S: Hayır hiç etkilemiyor. Yani kimseyi sayamıyorum sevdiğim. Zamanında Armani çok büyüktü. Bir ceketle çıktı. Öyle bir ceketti ki o, ona sahip olmak bir ayrıcalıktı. Ama hiçbir tanesi bana açıkcası heyecan vermiyor. Çok fazla Akdeniz zevki, çok süslü, renkli, damgalı. Ben gizli şıklığı seviyorum. Etiketi içinde olan. Ne olduğu belli olmayan, kim olduğu belli olmayan şıklığı seviyorum.

İ.K: Ralph Lauren ?

D.S: Onu bir zeka harikası olarak görüyorum. Çünkü bildiğiniz bütün formları çağın zevkine göre değiştirip, sunuyor. Müthiş bir pazarlama tekniği var orada. Mağazasına girdiğiniz zaman oradan çıkmak istemiyor insan. Yastığı, şöminesi, aslında herşey bildiğimiz şeyler. Ama sunumu çok güzel. Çok şık. Bildiğimiz jean kumaşından kapitone yatak örtüsü yapıyor. Adam onu düşünmüş ve hiçbirimizin aklına gelmeyen bir şekilde sunuyor ve satıyor. Şık koleksiyonları ve çok özel bir tarzı var.

İ.K: İşiniz ile ilgili hedefleriniz nerelerde?

D.S: Şu anda tek istediğim Beymen Stüdyo koleksiyonunun ihracat yapması. Çünkü lokal kalmak bana artık çok çağ dışı geliyor. Uzun zamandır bunu istiyorum. Dünyaya açılmayan bütün markaların fazla bir aşama yapmadığını ve yok olmaya mahkum olduğunu düşünüyorum. Sadece bir kasaba dükkanı kalmak gibi geliyor bana.

İ.K: Giyim sizin hayatınızda ne kadar yer kaplıyor?

D.S: Açıkcası pek fazla bir yer kaplamıyor. Tabii ki uyumlu, şık ve temiz olmaya çalışıyorum. Kendimi giydirmeye büyük bir zamanımı ayıramam. Bunun için fazla vakit geçiremem, yazık gibi geliyor. Bir de artık daha pratik oluyorsunuz, kendinize yakışan şeyleri daha kolay seçiyorsunuz, daha az hata yapıyorsunuz. Dolabınızda ne kadar az eşya varsa hayat o kadar kolaylaşıyor bence.

İ.K: Bunu öneriyor musunuz peki?!

( Sadece gülüyoruz…)

İ.K: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

D.S: Aslında ülke ile ilgili sorunlarda çok hassas bir insanım. Yaptığım işi çok seviyor ve saygı duyuyorum. Ama bazen de  “bu ülkede bu kadar çok sorun ve yapılması gererken bu kadar şey varken, ben herşeyden çok uzak, büyülü bir dünyada mı yaşıyorum” diye düşünüyorum. Bir dönem sonra işimi daha hafifletip, çevre ile ilgili birşeyler yapmayı istiyorum kesinlikle.

HILLSIDER 22 / RENKLERİN İÇİNDE YAŞAYAN BİR KADIN : SELVA SUMAN

“Sanatın ister sevdasına deyin ister büyüsüne, kapılanlardan biri daha… Siz kalkın İdari Bilimler eğitimi görün, kocaman bir Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirin, hatta iş hayatına atılın, sonra… Sonra içinizde o gitgide büyüyen dürtüye, o sizi alıp sürükleyen sel misali kaptırın tüm benliğinizi, ruhunuzu, başlayın haftanın bilmem kaç günü bir atölyenin dört duvarı arasına kapanıp bir şövalenin başına geçip türlü türlü boyalarla o içinizde taşmaya hazır duruma gelmiş duyuları, anlatma ihtiyacını tuvallere döktürmeye… İşte Selva Suman! Bu sevdaya kendini kaptırmışlardan biri…”

                                                                                                       Abdülkadir Günyaz

İpek Kigan     : Resim yapmaya ne zaman başladınız?

Selva Suman: Resim yapmaya bundan 12 yıl önce Gülay Sevsevil Atölyesi’nde başladım. Her zaman çok ilgi duyduğum bir konuydu zaten. Babam mimardı. Ben renkli kağıtlar, T cetvelleri içinde büyüdüm ve çok etkilendim. Hep bir mimar olmak istiyordum. 70 yılında liseyi bitirdiğimde ortalık çok karışıktı. Ben mesleği değil, okulu seçmek durumunda kaldım. Boğaziçi Üniversitesi sakin bir konumdaydı. Mimarlık bölümü olmadığı için bende işletme okumaya karar verdim. Okulumu aslında çok severek okudum ama resim hep içimde kalmıştı. Kendi kendime suluboya veya kara kalem çalışmaları yapıyordum. Ama 12 yıl önce ders almaya başlayarak bu işle profesyonelce ilgilenmeye başladım. Sonra kendime bir şövale aldım. Derken ufak çalışmalara başladım. Derken evde bu atölyemi düzenledim.

İ.K: Kendinizi geliştirmek için neler yaptınız?

S.S: Yoğun seyahatler, galerileri ve sergileri gezme imkanı verdi bana. Benim için seyahat, önemli bir sergiyi kaçırmamak veya müzeleri gezmek anlamına gelmeye başladı. O çok büyük bir keyif ve aynı zamanda bir eğitim. Sürekli gezdiğiniz zaman klasikleri görüp, inceliyebiliyor, bir yandan da çağdaş olanı takip edebiliyorsunuz. Bugün New York’da günümüz sanatçısı ne yapıyor, Fransa’da günümüz sanatçısı ne yapıyor öğrenebiliyorsunuz. Ayrıca çağdaş bir sürü dergiye aboneyim, onları okumaya çalışıyorum. Bir de kitaplar var tabii ki. Gittiğim her ülkeden toparlayabildiğim kadar kitap alıyorum. Bizde ne yazık ki sanatla ilgili çok fazla kaynak, kitap yok.

İ.K: Sanat derken sadece resim ile ilgili olan kitapları mı tercih ediyorsunuz yoksa sanatın diğer dalları ile de ilgileniyor musunuz?

S.S: Pek çok sanatçıyı ressam olarak biliriz ama heykel çalışmaları vardır, goblen çalışmaları vardır. Duvar çalışmaları vardır. Tabii bu insanları takip ederken o yönlerini de takip ediyorsunuz. Veya bir Michelangelo heykelini görünce insanın nefesi kesiliyor. Bunlar sanata hayranlık olarak izlediğim şeyler. Ama çağdaş akımlar deyince benim izlemem gereken resim. Çünkü ben resim yapıyorum.

 İ.K: Peki en çok etkisi altında kaldığınız ressam hangisi?

S.S: Ben bugüne kadar birçok teknik denedim. Suluboya yaptım, karakalem çalıştım, akrilik, kolaj denedim. Sonuçta bugün tuval üzerine yağlı boya yapıyorum. Tabii bundan sonra da değişebilir. Çünkü değişim işi resim. Tarz olarak da derseniz figuratif resim yapıyorum. Etkilendiğim akım sembolizm diyebiliriz. Sembolist klasik bazı sanatçılardan çok etkilendiğimi söyleyebilirim . Edward Burn Jones, Gustave Moreau, Rossetti gibi.

İ.K: Bir resmi yaparken hayal gücünüzü mü kullanıyorsunuz, yoksa natürmort  tarzı çalışmaları mı tercih ediyorsunuz?

S.S: Tamamen hayal gücümü kullanıyorum.

İ.K: Peki bunun, etkisi altında kaldığınız sembolist akımla ilgisi yoksa sembolizm akımını nasıl tanımlıyorsunuz?

S.S: Bir eserin zihinsel bir yorum ve biraz mistik bir duyguyla meydana getirilmesi. Soyut bir duygunun tuval üzerinde formlara dökülmesi. Pek çok sanatçı masanın üzerine meyvaları koyup, natürmort yapar veya peyzaj resmi yapar aynı akımın içinde. Ama ben öyle bir yoldansa iç dünyamı resmediyorum. O bana daha hoş geliyor.

İ.K: Buradaki tablolarda bulunan ormanlar, kadınlar, yapraklar v.s hepsi sizin o anki hayal gücünüzün ürünü yani. Yani beyninizdeki ormanlar, kadınlar…

S.S: Tabii ben o ormanları yaparken senelerdir beynimde oluşmuş bir yaprak formu var. Veya kişisel deneyimlerimden gelen bir takım formlar var kafamda. O formların ortaya çıkarak, tuvale dökülmesi diyelim. Ama bunu yaparken bir ormanda oturup yapmış değilim, tamamen hayali. Bir tek eski uygarlıklar ile ilgili taşları v.s resmederken bakarak yapıyorum. Çünkü o çok önemli. Bir kemerin biçimi dahi size tamamen hangi dönem olduğunu anlatıyor.

İ.K: Farkettiğim kadarıyla eski Anadolu uygarlıklarından da etkilenmiş gibi gözüküyorsunuz?

S.S:     Anadolu’da çok zengin bir birikim var. Yüzlerce uygarlığa ev sahipliği yapmış. Ben yurtiçi seyahatlere de çok çıkıyorum bu yüzden. Antik yerleri, kalıntıları dolaşıyorum. Buraları gezerken orada yaşamış insanları, yaşanılan hayatları hayal ediyorum. Ve bu şekilde komposizyonları resme döküyorum. Bazen de orada gördüğüm bir taş veya olmasını hayal ettiğim o döneme ait bir kadın, bir ormanın içinde resmime yansıyabiliyor.

İ.K: O döneme ait bilgileri araştırarak mı resme aktarıyorsunuz?

S.S: Biraz araştırıyorum tabii. Ama çok fazla değil. O zaman belgesel olur zaten. Ama bazı ayrıntılara dikkat etmeye çalışıyorum. Biraz o konu hakkında bilginiz olması lazım ki, onu taşıyabilesiniz. Diyelim ki giysi olarak iyi-kötü gözünüzün önünde canlandırabilmeniz lazım.

İ.K: Ayrıca siz sanat yapıyorsunuz, özgürsünüz. İsterseniz o dönemin içinde robot bile resmedebilirsiniz. Nasıl görmek istediğinize bağlı. Aynısını yansıtmak zorunda da değilisiniz diye düşünüyorum.

S.S: Bundan 3 yıl önce Afrodisyas gezisi yaptım. Bu geziden çok etkilendim. Orada eskizler yaptım, fotoğraflar çektim. Zaten dönüşte de hemen Afrodisyas serisi çıktı. Oradaki taşlardan, kalıntılardan çok etkilendim. Beni geçmiş zaman daha çok etkiliyor.

İ.K: Bir de hemen hemen her resminizde kadın figürü kullanmanız dikkatimi çekti. Yüzü belli olmayan, silik kadınlar. Neden?

S.S: Kadın üretken, doğurgan. Bence yaşamın ta kendisi kadın. Ben de bir kadın olarak bir kadının duygularını daha iyi anlayabileceğimi, anlatabileceğimi ve paylaşabileceğimi düşünüyorum. Kadını estetik olarak da kullanıyorum. Ama bir leke gibi. Niye bir leke. İzleyiciye bir ipucu versin, anahtar versin ama sonucu yine izleyiciye bıraksın.

Oturduğumuz atölyenin içinde birinden güzel resimler var. Anladığım kadarıyla hepsinin bir anısı, hepsinin anlattıkları ve  varoluşlarına sebep olan duygu selleri var. Orman içinde kadın figürleri, antik şehirlerde kadın figürleri ama silik kadınlar bunların hepsi. Renkler birbirinin içinde. Farklı duygulara götürüyor insanı. Tam karşımda duran tablodan etkileniyorum en çok. Sanki denizin altını resmetmiş gibi geliyor bana. Suyun altındaki o ışık oyunları ve bitkilerin suyun ahengi ile sallanışlarını hisseder gibi oluyorum. Halbuki orası denizin altı değilmiş. Şaşırıyorum, o kadar da benziyor ki. Hoşuna gidiyor.

S.S: Ben resimlerime isim de vermek istemiyorum. Ben o resmi orman diye yaptım ama siz baktınız ve orda denizaltını gördünüz. Siz tamamen kendinizden bir yorum kattınız resmime. Paylaşabildik. Benim bu resmi yaparken hissetiklerimi aslında siz bir ölçüde sorguluyorsunuz. Bu benim en sevdiğim şey. İnsanları yönlendirmek istemiyorum. Herkes resimlerime özgürce bakıp, istediğini bulabilsin istiyorum. Böyle olunca ben amacıma ulaştığımı hissediyorum.

İ.K: Resim yaparken neler hissediyorsunuz diye sorsam.

S.S: Zaten hissettiklerimi yapıyorum desem bende…

İ.K: Çok güzel bir cevap oldu tabii. Ama ben aslında ruh halinizi sormak istemiştim. Yani mesela o anda dünyadan kopuyor musunuz, kendinizi farklı bir dünyada gibi mi hissediyorsunuz? Tuvalin başına oturdunuz, sonra?

S.S: Kafamda bir form ve renkler oluyor. O renkleri alıp, önce paletin üzerine sıkıyorum. Başladıktan sonra yavaş yavaş bilinçaltı ön plana çıkıyor. Kafamdaki tasarım hiçbir zaman resmin son hali olmuyor. O bir süreç. O anki ruh halim %100 etkiliyor. Bir gün önce yaptığımı, bir gün sonra beğenmiyorum.

İ.K: Çalışırken gelen bir telefon bile sizi tamanen etkiliyebilir.

S.S: Kesinlikle. Güncel olaylardan etkileniyorum. Tabii benim kişisel birikimlerim, okuduğum kitaplar, deneyimler, bilinçaltı herşey etkiliyor. Böyle bir süreç içinde resim oluşuyor. Dünyadan tam kopuyorum diyemem ama bölünmemek benim için çok önemli. Müzik şart. Hafif sesli, klasik müzik. Kendiniz ile sürekli savaş halinde oluyorsunuz. Yaptığınız şeyi beğenmiyorsunuz. Ama bu bir değişim süreci. Ressam için resmi hiç bitmiyor. Taa ki çerçeveye gidene kadar … Her yeni gün ve saatte daha farklı bakabiliyorsunuz hayata çünkü. Çerçevelendikten geldikten sonra bile otursam ben bunun üzerinde daha 15 gün çalışırım dediğim çok resim var, inanın.

İ.K: İlham periniz en çok ne zaman geliyor?

S.S: Uyku ile uyanıklık arasında ve kendimle başbaşa kaldığım zamanlar. Ayrıca rüyalarımdan çok besleniyorum.

İ.K: Hüzün mü daha çok etkiliyor, mutluluk mu?

S.S: Beni her zaman iyimserlik, mutluluk etkilemiştir. Farkettiyseniz resimlerimde hakim olan bir ışık var. Işık  benim için sıcaklık, aydınlık ve ümidi temsil ediyor. Üçünü de çok seviyorum. Her zaman vurgulu bir şekilde ışık öğesini kullanırım. Bu da benim hangi duygulardan beslendiğimi iyi bir şekilde anlatıyor herhalde. Hayatımda hiç kar resmi yapmadım mesela. Soğuğu sevmem çünkü. Ve onun çağrıştırdıklarını. Ben sevdiğim bir şeyi yapmak istiyorum.

İ.K: Resim yaparken renklerin dilinden faydalanıyor musunuz?

S.S: Hayır. Bilinçli bir renk seçimim yok. Ama aşağı yukarı bakarsanız sarı, yeşil, mavi gibi renklerin ağırlıklı olduğunu görürsünüz. Benim paletim bu. Hiç mor göremezsiniz benim resimlerimde.

İ.K: Sergileriniz genelde karma sergiler mi?

S.S: Çoğunlukla karma ağırlıklı. Kişisel sergilerim de oldu. Ağırlıklı İstanbul, Ankara’da oldu. Ayrıca yurtdışı karma sergilerim de oldu. Yakında Paris’te bir karma sergiye katılacağım.

İ.K: Resimleriniz satıldığı zaman ne hissediyorsunuz?

S.S: Beğenildiği için güzel, ama resimden ayrılmak çok zor. Çocuğunuz evden ayrılmış gibi. Mesela çok sevdiğim bir resmi 2 kere New York’daki sergiden istemişlerdi. Satılır korkusuyla gönderemedim.

İ.K: Yağlı boyayı tercih etmenizin sebebi nedir?

S.S: Daha rahat çalışıyorum yağlı boyayla. Mesela sulu boyayı çok seviyorum, yapmaktan çok keyif alıyorum ama hiç hata  kabul etmiyor. Akriliği çok fazla sevmedim. Çünkü çok çabuk kuruyor. Resim yaparken ağzım, burnum, ellerim her tarafım boya içinde kalır. Boyaya girmeyi seviyorum. Elimle sıvıştırmak, karıştırmak, bütünleşmek. Boyayla da bütünleşmek. Akrilikte bunu yapamıyorsunuz. Tuvalin bir köşesine sürüp, öbür köşesine gittiğinizde hemen  kuruyor. Yağlı boya hemen kurumuyor. Bu yüzden de yağlı boyayı tercih ediyorum.

İ.K: Sizi en çok anlatan resim hangisi?

S.S: Bütün resimlerin bir parça ben. Yani beni ancak yaptığım ve yapacağım resimlerin hepsi anlatabilir.

İ.K: Eski sergi kataloğunuza 4-5 tane deniz resmi gördüm. Sanki bir patlamayı anlatıyor gibi geldi, bir isyanı.

S.S: O resimler bir seriydi. O dönemin getirdikleri. 2 sebebi var. 96 yılında bir sağlık sorunum oldu ve bir sene boyunca denizi çok sevdiğim halde, giremedim. Aynı dönem çocuğumun kolej sınavları vardı. Onun stresi ve baskısı altındaydım. Dediğiniz doğru. O dönemin  patlamaları diyebiliriz o seri için.

İ.K: Çocuğunuz resime karşı ilgisi var mı?

S.S: Tamamen farklı şeyler yapıyor. Ben ıslık dahi çalamam ama o gitar çalıyor. Şu anda da stüdyoda mesela. Arkadaşlarıyla çalışmalar yapıyor. Resimle fazla ilgilenmiyor. Seyahatlerimizde, bazen müzelere geliyor, benim sergilerime geliyor. Bazen bana ne yaptığımı soruyor, beraber birşeyler paylaşıyoruz. Ama henüz elime kalem, fırça alayım, birşeyler çizeyim duygusu yok.

İ.K: İdealinizde yapmak istediğiniz veya yapmak isteyip de bir türlü yapamadığınız bir resim var mı?

S.S: Hayır, yok. Zaten kafamdaki resim o sırada yapmakta olduğum resim. Hep o idealimdeki resmi yapıyorum ben. Sürekli olarak kafamdaki resimler yapılıyor. Eğer bir şeyi resme dökmek istersem hemen yaparım zaten.

İ.K: Sanat yaşamınızda hedeflediğniz bir nokta var mı?

S.S: Sadece üretmek ve ürettiklerimin de beğenilmesini istiyorum. O kadar…

ÖNEMLİ SERGİLERİ

Hobi Sanat Galerisi                            İstanbul 2000

Agora Gallery                                    New York 2000

Agora Gallery                                    New York 1999

Turkuvaz Sanat Galerisi                    Ankara 1999

Ward-Nasse Gallery                          New York 1998

Özden Sanat Galerisi                        İstanbul 1998

Cemal Reşit Rey Sanat Galerisi       İstanbul 1996

Cemal Reşit Rey Sanat Galerisi       İstanbul 1995

4.İstanbul Sanat Fuarı                        İstanbul 1994

Yüksel Sabncı Sanat Galerisi            İstanbul 1994

Yıldız Üniversitesi                               İstanbul 1993

Basın Müzesi                                     İstanbul 1992

Basın Müzesi                                     İstanbul 1991

Studio Peinture                                  İstanbul 1990