HILLSIDER 38 / ERDİL YAŞAROĞLU

Hava buz gibi. Ama ben sıcacık bir mekanda bekliyorum. Geç kalmış beyazlığı seyrederken, bir yandan geç kalan adamı düşünüyorum. Röportaj yapacağım kişi bir karikatürist. Yıllar öncesinden hayal meyal hatırlıyorum onu. Siyah çerçeveli gözlükleri ve upuzun boyu vardı. Birkaç kere Leman’ın cafesinde görmüştüm. Boyunun eriştiği yerden bakıyor gibi gelmişti bana diğer insanlara. Yanılmışım. Gerçekten çok yanılmışım…

Erdil Yaşaroğlu 15 senedir çiziyor. Limon, köşesinin olduğu ilk dergi. Şimdi ise Leman’dan birlikte ayrıldığı arkadaşları ile birlikte Penguen Dergisi’ni çıkarıyor. Komikkaze’nin o çocuksu ve renkli dünyasını çiziyor. Ansiklopedi okuyor, yeni çıkan tornalara bakmak için alışverişe çıkmayı seviyor, asla kullanmayacağı eşyaları alıp, asla kullanmayacağı diğer eşyalarla değiştiriyor, işine yarasın yaramasın her şeyi merak ediyor ve öğreniyor, heykel, resim yapıyor, teknolojiye bayılıyor… İçinde 10 yaşında bir çocuk beslediğine dair iddiaya girebilirim. Kendinden bahsederken ‘Ben’ demek yerine ‘Erdil’ demesi bu yüzden olsa gerek.  ‘Erdil’i’ sorunca rahatlıkla anlatıyor her şeyi. Ama ‘Sen’ deyince susuyor, sıkılıyor, kalkıp gitmek istiyor!

İpek Kigan: Neden Leman’dan ayrıldın?

Erdil Yaşaroğlu: Leman çok önemli bir kültür. Ciddi başarısı ve çizgisi olan bir dergi. Biz Leman’a sürekli bir şeyler eklemek, geliştirmek istiyorduk. Ama o kadar değiştirdik ki, Leman’ı bu hale getirmek büyük haksızlık gibi geldi bir anda. Çünkü önemli bir değer var ortada. Olmuş, olgunlaşmış. Çok önemli bir gelişim sürecini tamamlamış. Biz farklı yani riskli bir şeyler denemek istiyorduk. Bu yüzden  başka bir dergi kurmaya karar verdik. Güzel bir oluşumu da riske atmak çok tehlikeli. “Gemiye dokunmadan, filikayı yola çıkaralım.” dedik.  “O filika da batarsa batar zaten. Gemiye hasar vermeye gerek yok.” düşüncesi ile başladık. Ama filika da iki sene içinde başka bir gemi oldu. Ne güzel! İki gemi böyle yan yana gidiyoruz. Bu da keyifli bir durum.

Farklılık için ayrıldığını söylüyorsun ama Penguen ile Leman birbirlerinden çok farklı gözükmüyorlar.

Anlayış olarak, duruş olarak, hayata bakış olarak iki dergi çok farklı aslında. Biz komik unsurları arttırmak istedik. Hatta bu bize “light” denmesine bile neden oldu. Bir yandan da o kadar sert kapaklar ve espriler yapıyoruz ki, niye dava açmıyorlar diye her gün şaşırıyoruz aslında. Aynı adamlar çıkarıyor dergiyi deyince fark olmazmış gibi geliyor. Aslında fark esas oradan geliyor. Mesela Selçuk Erdem, Erdil Yaşaroğlu, Bahadır Baruter bu isimler hiçbir zaman kapak, 3. sayfa, siyasi mizah, gündem karikatürleri, güncel mizah esprileri yapmamışlardı şimdiye kadar. Şimdi yapmaya başladık. Tabii ki bizimde bir hayat görüşümüz, bir duruşumuz, bir şeklimiz var. Böyle olunca fark ortaya çıkmaya başlıyor zaten. Bizim bakış açımız, savunduğumuz şeyler, muhalefetimiz daha farklı. Aslında ayrılma nedenlerimiz altında bunlar da yatıyor.

Dergide imtiyaz sahibi gözüküyorsun. Penguen senin dergin mi?

Hayır. Dergiyi ilk olarak 4 kişi kurduk biz. Metin, Selçuk, Bahadır ve ben. İmtiyaz sahipliği “sen al, sen al” diye aramızda 3 ay kavga ettikten sonra bana kaldı. Çünkü birisinin isminin yazılması gerekiyordu oraya. En sonunda bende kaldı. Ben de basın kartı alacağım diye “tamam” dedim. Beni öyle kandırdılar.

Sonuçta derginin sahiplerinden birisin. Penguen’in para kazanması ya da kazanmaması artık seni direkt olarak ilgilendiriyor. Bu durum yaratıcılığını ne kadar etkiliyor?

Senin sorunun halk diliyle tam karşılığı şu aslında: “artık nabza göre şerbet veriyor musun?” Ortada satması gereken bir dergi var. Üstelik reklamsız yaşayan, sadece satış üzerinden hayatını idame ettiren bir dergi. Üstüne üstlük 30 tane çizerimiz var ve hepsi özgün adamlar. Öyle olunca kaygılar çok artıyor. Çünkü çok satmam, para kazanmam gerekiyor. Şu anda 50 bin civarında satıyoruz. “Niye 100 bin olmuyor?” diye hayıflanıyoruz bir yandan. Ama bu hayıflanmanın altında daha çok para kazanalım diye bir dert yok. Riski azaltmanın derdi var. Durum böyle olunca tabii başka bir sorumluluk biniyor insanın üzerine. Ama hiçbir zaman da nabza göre şerbet vermedik. Biz hep sevdiğimiz şeyleri yaptık, sevdiğimiz şeyleri paylaştık. İçimizi ne rahatlatacaksa onları çizdik. İnsanlar da bunu satın aldılar. Bunu yapmaya devam edeceğiz. Daha farklı bir yaklaşım bizi bitirir zaten. İnsana göre bir şeyler yapmaya başlarsak bir gün eğer, inan bu sonun başlangıcı olur.

Ortada haftalık çıkan bir dergi ve bir sürü yaratıcı adam var. Nasıl bir çalışma ortamıdır mizah dergileri, sizler nasıl çalışıyorsunuz merak ediyorum gerçekten. 9-6 düzeninde olması imkansız gibi geliyor ama…

Aslında 9-6 çalışan bir ekip var ama onlar yazar-çizerler değil tabii. Dergiyi basan, dağıtan teknik kadrolar. Onun dışında çizerler, istediği zaman gelir, keyiflerine göre. Dergi 24 saat açıktır. Sürekli ışıkları yanar. Gelip orada kalanlar olur, hatta 1 hafta kalanlar bile olur. Bambaşka bir çalışma ortamından bahsediyoruz anlayacağın. Sonuçta haftalık bir dergi var, aylık dergiler var ve bunların da bir deadline’ı var. Bir tarih veriyoruz, sınırı çekiyoruz, bu tarihte işini getirmek zorundasın. Bu gerçeği de hepimiz biliyoruz. En civcivli zamanımız ise Pazartesi geceleridir. Bütün kadroların bir arada olduğu zaman.

Neden Pazartesi?

Çünkü yumurtanın kapıya dayandığı gündür o gün Penguen için. Salı sabahı dergi baskıya gider. Ben mesela Pazar günü esprilerimi bulurum. Pazartesi sabahı çizmeye başlarım, saat 21.00 gibi Komikkaze köşemi bitiirim. Onu bir kenara koyarım. Sonra kapak, 3. sayfa, derginin bütünü, bunlarla ilgilenirim.

Rahat, özgür ama zaman baskısının çok yoğun olduğu bir iş. Sonuçta belli süreler içinde ve sürekli olarak yepyeni şeyler yaratmak zorundasınız.

O stresi çok fena tabii. Benim mesela Pazartesi günleri göbeğim senin kadar olur! (Bu arada röportajı yapan olarak ben 6 aylık hamileyim!!!) Şişiyorum çünkü. Bazen 20 tane espriyi 3 dakikada da bulabiliyorsun, bazen de 3 günde bir espri bile bulamıyorsun. Tamamen halet-i ruhiyene bağlı.

Peki espri bulamadığınız zaman girdiğin o çıkmazdan nasıl kurtuluyorsun?

O zaman terapi başlıyor. 15 senedir karikatür çiziyorum. Diyorum ki kendime; “Salak Erdil, şimdiye kadar buldun, şimdi mi bulamayacaksın?” Böyle kendimi kastığım zaman oluyor işte.

O anlarda eski karikatürlerini kullandığın veya küçük alıntılar yaptığın oluyor mu?

O sıkışma durumlarında bahsettiğim terapi gerçekten işe yarıyor. Ama benzer karikatürler, hatta bire bir aynısını çizdiğim bile oldu. O tamamen çizip, sonra unuttuğumdan. Çünkü şimdiye kadar 10.000 tane karikatür çizdim, hatırlamıyorum ki. Bilerek eski karikatürlerimi hiç kullanmadım.

Çizmeye ne zaman başladın?

Anaokulunda tabii. Annem ilkokul öğretmeniydi. İşe gittiği için beni hemen yuvaya vermek zorunda kaldı. Yuvada da ne yapacak bütün gün çocuk? Boya kalemleri önümüzde hep bir şeyler çiziyorduk.

Peki o zamanlarda senin yaptıklarını diğer çocuklarınkinden ayıran bir farklılık var mıydı?

Yaptıklarım değil ama beni diğerlerinden ayıran bir özelliğim vardı. Daha koca kafalıydım. Aralarından hemen belli oluyordum!

Çizgilerin ne zaman bir şeye benzemeye başladı?

Anaokulunda resme bu kadar merak salınca, ilkokulda da durmadan çizmeye devam ettim.. Yarışmalarda ödüller almaya başladım. Ödül aldıkça daha çok gaza geliyorsun tabii. Ama o zamanlar hala karikatür değil resim yapıyorum. Sonra yavaş yavaş resimlerde balonlar oluşmaya başladı. Teksas, Tommiks, Atlantis’ler okuya okuya balon kültürüne alışıyorsun tabii. Karikatüre ufak ufak bir eğilim başlıyor. Ama esas karikatür çizmeye başlamam şöyle oldu: 10 yaşındayım. Kuzenim Varol ise 13. Karikatür çizmeye 7-8 yaşında başlamıştı o. 13 yaşında Hürriyet Ege ekine tip yapmaya başladı. Tabii bütün aile Varol’u övüyor, beğeniyor. Ben de her gördüğümde kıskanırdım onu. Bir gece onun karikatürünü önüme alıp aynısı çizdim. İlk bu şekilde karikatür çizmiş oldum. Ondan sonra Fırt, Gırgır okumaya başladım. Ve orada amatörlere para verildiğini öğrendim. Çizdiğim karikatürleri göndermeye başladım. Bir şey çıkmadı tabii. Sonra grafik mizah, kara mizah, yarışma, sergi karikatürlerine merak saldım. Balonsuz karikatürlere merak salınca, onun da yaşayacağı yer ya sergilerdir; ki 15 yaşında kimseye sergi açtırmazlar, ya da yarışmalardır. Ben de deli gibi yarışmalara katılmaya başladım. 15 ile 19 yaş arasında 25 tane falan ödül aldım. Her ay gider, bir ödül alırdım. Maaş gibi düzenli para da geliyordu bir yandan. Çok eğlenceliydi.

Uluslararası yarışmalara katılmış mıydın?

Evet. Birkaç ödül aldım.

Peki yarışmalardan sıkılınca ne yaptın?

18 yaşında iki tane sergi açtım. Sergi, yarışma derken çok güzel karikatürler çizdiğime inanmaya başladım. Koydum dosyamı kolumun altında, Limon dergisine gittim. İlk çıktığı gün kafama koymuştum zaten bu dergiye girmeyi. “Sen çiz.” dediler bana. “Beğenirsek yayınlarız.” Sonra tek tük yayınladılar.

Bu kadar ödül aldıktan sonra Limon’da karikatürlerinin bu kadar zor yayımlanması yüzünden hayal kırıklığı yaşadın mı?

Hayır. O kadar üstadın arasına girince ne mal olduğunu fark ediyorsun hemen. Kendin fark ettiğin için hayal kırıklığı olmuyor. Kendi içinde küçük bir patlama ile aşıyorsun durumu. Neyse bir–iki tane derken sonunda ilk köşemi yapmaya başladım. İsmini Gani Müjde koydu. Gölgede 35. Grafik mizah tarzı bir şeyler yapıyordum. Ondan 3 ay sonra yazısız çizmekten çok sıkıldım. Ve Komikkaze böyle başlamış oldu. Limon; Leman olduktan sonra Marlon’u da çizmeye başladım. 8-9 sene sürdü. Sonra sıkıldım ve Marlon’u bıraktım. Komikkaze hala devam ediyor işte. 10 tane kitabım var.

Karikatüristler yarattıkları tiplemeden, çizgiden çıkmıyor genelde. Hep aynı tarzı devam ettiriyorlar. Farklı şeyler yapmak istemiyor musun bazen? Hep aynı olmasından sıkılmıyor musun?

Yanında senle beraber büyüyen birisinin büyüdüğünü pek fark etmezsin. O kadar çok değişiyor ki hem espri, hem çizgi. Benim 9 tane Komikkaze, 1 tane de Marlon kitabım var. 9 tane Komikkaze kitabının her birinin espri anlayışı da, çizgisi de birbirinden farklı. Bu işin okulu olsa, “adamın değişimine bakın.” diye ders olarak okutulabilir. 1. kitapla, 9. kitap arasında dağlar kadar fark var. Hala değişiyor. Sen değişiyorsun bir kere. Onu durdurmanın imkanı yok. 15 yıldır beni okuyorlarsa, o değişim olduğu için okuyorlar. Yoksa çok sıkıcı olurdu. 15 sene aynı şey okunmaz.

Karikatür çizmeye seni yönlendiren esas duygu nedir?

Temel duygum rahatsızlık. Rahatsız olunca söyleme ihtiyacı hissediyorsun. Söyleyemezsen patlarsın. Kanser olursun. Olmayayım diye çiziyorum işte. Çocukluktan itibaren her şeyi merak etmeye başladım ben. Gerekli gereksiz her şeyi öğrenmeye… Hala da öyle. Ve belli bir süre sonra bir şeyler söyleme ihtiyacı doğmaya başlıyor. “O öyleyse, bu niye böyle değil?” diye düşünmeye başlıyorsun. Bunu da ifade etmenin elli bin tane yolu var.  Şarkı söylersin, film yaparsın… Mesela ben heykel bölümünü bitirdim, resim de yapıyorum ama yine de karikatürü tercih ettim. Benim için en güzel ifade yolu bu. İlerde sıkılırsam yazarlık da yapabilirim mesela. Yaptım da yıllarca. Televizyon için yaptım ama güzel bir roman yazmak isterim ileride.

Televizyon için yazarlık yaptım dedin, üniversitedeyken kurduğunuz Mr.Veb Yaratım Ekibi ile mi yapıyordun yazarlığı?

Evet. Sadece yazarlık değil, fikir satmaya çalışıyorduk. Televizyon dizileri yaptık, yazdık, formatladık. 5 kişilik bir ekipti. Bir tanesi kuzenim Varol. Hani karikatüre başlamama vesile olan. Diğerleri de liseden sınıf arkadaşlarım. Mr. Veb’in açılımı da Murat, Rauf, Varol, Erdil ve Burak’ın baş harfleri. 50’ye yakın yapmış olduğumuz program var. Yaklaşık 10 sene devam etti Mr.Veb. Yaptıklarımız genelde ilk 3’teydi. Çok başarılı bir ekiptik gerçekten.

Hangi programlardı bunlar?

İçinde Televizyon Çocuğu, Beyaz Show, Laf Lafı Açıyor programları, Çılgın Bediş dizisi vardı. Alkışlar diye bir kültür sanat programı vardı. Türkiye’de ilk 30’a giren ilk kültür–sanat programıydı. Şen Makas diye bir tiyatro oyunu uyarladık. 3 sene falan kapalı gişe oynadı.

Show programlarında neler yapıyordunuz?

Mesela Beyaz Show dediğin 1,5 saatlik canlı yayın. Beyaz bir sürü şey üreten bir insan ama her hafta televizyona çıkıp, 10 dakika stand up yapıp, VTR’lerin hepsini yazıp, konuğa sorular hazırlaması çok zor. Bir ekip işi olmak zorunda. Biz de bunları yapıyorduk işte. Konuk için anı yazdığımızı bile hatırlıyorum.

Konuk anlatsın diye düzmece bir anı mı yazdınız yani?

Tabii. Mesela19 yaşında bir genç kız çıkmıştı bir seferinde programa. Anlatacak hiçbir şeyi yok. Bir tane single çıkarmış, meslekle ilgili deneyimi 1 sene. Program öncesinde soruyoruz kıza: “Var mı anlatacak bir şeyin?” diye. Yok. 3 dakikadan sonra bitiyor konuşma. Biz de kıza hoş bir anı yazdık. Programda anlattı, çok da güzel oldu. Dünya çapındaki TV şovlarına bak! Hepsi aynı şekilde çalışır. Gelen konukların hepsi stand up’çı gibidir. Bunun altında ciddi bir ekip var. Profesyonel anlamda yapılması gereken de bu aslında. Çünkü o şovun iyi geçmesi lazım, o konuğun iyi olması lazım. Her gelen konuk iyi değil ki!

Televizyon dünyası nasıl büyük bir aldatmaca, inanamıyorum.

Ya, nabza göre şerbet vermek asıl budur işte. O konuklara yazdığımız anıları, başka programlarda anlattıklarını bile duyduk biz.

Mr.Veb ne zaman bitti peki?

2000 yılında ayrıldık. Hepimiz kendi alanlarımızda devam ettik. Ben şunu fark ettim: “Esas mesleğim karikatüristlik. Daha fazla dağılmamalıyım.” Biraz ara verelim dedik. 5 senedir hiçbir şey yapmadım.

Mesleğin ile ilgili hırsların var mı?

Hırs mı bilmiyorum ama hedeflerim oldu hep. Limon dergisi ilk çıktığında sabah 6’da gazetecinin önünde bekliyordum. Hemen orada okurdum eve gitmeden. O zamanlar “Ben bu dergiye gireceğim” dedim. Hedefi koydum, 5 sene sonra dergide çizmeye başladım. Ondan sonra “Dergide kapağım olacak.” dedim. Kapak çizmek çok önemlidir çünkü dergicilikte. Aradan iki sene geçti kapak çizmeye başladım. Sonra kitabım olacak dedim. Kitaplarım oldu. Mesleğimle ilgili hedefler koyup, başardıkça da mutlu oldum.

İyi bir karikatürist olmanın gerçek sırrı sence nerede?

Mizahın da gizlidir. Karikatürün temelinde benim için – çünkü bu kişisel bir görüştür – önemli olan espridir. Bu espriyi anlatabilecek, karşıya geçirebilecek kadar çizgi sahibiysen iyi bir karikatüristsin. Çok muhteşem bir çizgi sahibi olmana gerek yok bence. İstediğin kadar çok güzel çizgin olsun, esprin yoksa hiçbir şey değilsin. Bu çok net olarak altı çizilmiş bir durum. Sadece çok iyi bir çizgici olursun, o kadar. 

Komikkaze.net’i kurmak nereden aklına geldi?

İlk başta benim kişisel sitemdi aslında. Erdil Yaşaroğlu kimdir, resimleri, heykelleri, karikatürleri… Sonra ilk digital kameralar çıktığında, sağda solda gördüğüm sinir bozucu, komik fotoğrafları görüp siteye koymaya başladım. Sonra “Niye karikatürlerini düzenli olarak siteye koymuyorsun?” diye okuyucu mektupları gelmeye başladı. O sıralar 30 kişi falan giriyordu siteye. Fıkraydı, videoydu derken 22-23 tane bölüm olmaya başladı içinde. Aslında bela olmaya başladı açık söylemek gerekirse. Yaşamasının tek nedeni var. Tek başına yapmış olmam. 1999 yılı internetten trilyonlar kazanılacağı zannedilen bir dönemdi. İnsanlar 50 kişilik kadrolar, bir sürü yatırımlarla bu işlere girdiler. Onlar patladılar tabii o dönemde. Bana bir şey olmamasının nedeni evde tek başıma yapmam.

Ama site çok daha profesyonel gözüküyor.

Çünkü şimdi bir programcısı ve bir de web masterı var. 3 kişi çalışıyoruz. Bugün günlük girişi 40.000 kişiyi buluyor sitenin.

Bir de Cominic diye bir site var, değil mi?

Evet. Ona da bizim dergi grubunun teknoloji yüzü diyebiliriz. Aslında dergi mizahını cep telefonuna taşımak amacıyla başladı. Cep telefonları için resim, melodi, oyunlar üretiyor. Shubuo’nun içerik ortaklarından bir tanesi. Sony Ericsson ile ortak çalışıyoruz. Ayrıca yayıncılık bölümü var. Lisanslı yayıncılık üzerine çalışıyor.

Yanında kağıt–kalem taşır mısın?

Hayır. Teknolojiyi kullanıyorum. Çok gerektiğinde telefonuma not alırım.

İlişkilerinde veya çok özel anlarında konuşmak yerine kendini çizerek ifade ettiğin oldu mu?

Öyle bir şey yapmadım. Bazen kız arkadaşlarım bana yapmıştır bunu. Çizgi romanlar yapmışlardır. Biliyorlar ya, bunu böyle tavlarım diye. Saklarım hala onları. İkili ilişkide zaten anlatamam ben. Çizerek de anlatamam, konuşarak da!

Spor yapıyor musun?

100 kiloyu geçince panik halde başladım spora. Hillside’a gidiyorum.

Eskiden de yapar mıydın spor?

Tabii. Galatasaray Kulübü’nde yüzüyordum. Okurken basket oynardım. Dağ bisikletine binerdim. Hala da biniyorum ya!

Hillside’da hangi sporları yapıyorsun peki?

Valla spor hocaları bir program verdiler, onu uyguluyorum işte. Fit olmak istiyorum tabii. İlk gün  koşu bandına çıktım. 5 dakika koştum, ölüyordum. Karşımda televizyon vardı. İlk 1. dakika ne dediklerini anlıyordum, sonra 2.dakikada duymamaya başladım, 3 dakikada görmemeye başladım. O kadar kötüydü durumum. Şimdi 3 hafta oldu, 50 dakika koşuyorum. Hiçbir şey olmuyor. Kendime gelmeye başladım diye mutlu oluyorum.

Başka neler yapmaktan hoşlanırsın?

Alışveriş yapmayı çok severim. Yakın erkek arkadaşlarımla Bauhause’a gideriz. Serde heykeltıraşlık da olduğu için yapı malzemesi bakarım. Yeni çıkan köpükler, tornalar, spirallere bakarım. Çok eğlenirim. İkinci yerimiz Profilo. Teknoloji gezisi yapıyoruz orada.  Bir de ıvır zıvır seferimiz vardır. Karaköy, Eminönü, Tahtakale, Mahmutpaşa… Hiçbir zaman kullanmayacağın abuk sabuk alet ve edevatları satın aldığımız yerler. Ama 10 kişilik bir grubumuz var. Kendi aramızda takas ederiz o eşyaları. “Ben sana Mudo’dan alacağım aspiratörü vereceğim, sen bana karşılığında ne vereceksin?” diye. Bende mesela araba televizyonu var. Niye aldım hiç bilmiyorum. Arabada televizyon izlenmez ki! Ama paketinde duruyor işte evde.

Ansiklopedi okuma merakın peki?

Çocukluğumdan beri çok severim. Resimli tarih ansiklopedileri vardı. Onlarla başladım. Ve deli gibi okudum sonra. Ana Britannica’yı A’dan Z’ye okumuşluğum vardır. Tarih ise özel hobim. Ayda 5 kitap okuyorsam, 3 tanesi tarihle ilgili. Çünkü tarihin içinde gizli olan korkunç tecrübeler var. Çok inanılmaz, seni başka yerlere götüren, “vay be!” diyeceğin bir sürü hikaye var. Onları öğrenmek hoşuma gidiyor. 

Ne gibi şeylere gülersin daha çok?

İçinde kurgu olmayan, ‘gerçek komikler’ çok eğlenceli oluyor. Mesela Ortaköy’de bir fotoğraf çekmiştim. Adam kapısının önüne buraya araba park etmeyin diye kağıt asmış. Altına da ‘Komiser Rıfkı’ yazmış. Buna gülüyorum ister istemez. Korkutmak için komiser olduğunu yazıyor ya, sinir bozucu. Bir kere de okuyucularımdan biri bir resim göndermişti. Şehrin girişine bir tabela asmışlar. Üstünde “Atam izindeyiz.” yazıyor. Altında da Mustafa Kemal Atatürk! Bunu görünce beynin acıyor ya böyle. “Lan, bu ne lan!” diye. İzmir’de söyleşiye gitmiştim bir keresinde de. Cami imamı ezan okuyacak. Hoparlöre “Allahu Ekber, Allahu Ekber” dedi, tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Bütün şehirde cep telefonunun sesi, ezanın fonunda. Ölüyordum gülmekten.

Erdil’in en çok nesini seviyorsun?

Geniş bir insan olmasını seviyorum. Çok fazla dert etmez. Genelde mutludur. Bunun da nedeni çok büyük bir derdi bile olsa bir süre sonra geçiyor diye düşünmesi.