HILLSIDER 24 / DENİZ SEFEROĞLU

Güzel bir Ağustos sabahı, Kavacık tepelerinde, insanı rahatlatan yemyeşil bir bahçeye gittim. O bahçede,  gözleri insanın içine aydınlık veren güzel bir insanla tanıştım, bir modacıyla…. Uzun gölgenin altında saatlerce oturduk ve sohbetimize hiç ama hiç doyum olmadı.

İpek Kigan: Anladığım kadarıyla Amerika’da bir müddet yaşadınız.

Deniz Seferoğlu: Evet, yaklaşık 3 sene. Bence Amerika’nın en güzel yerinde New York’da yaşadım.

İ.K: Okumak için mi gitmiştiniz?

D.S: Hayır, sadece ben Amerika’ya gitmeliyim diyerek gittim. Gezmek için gittim. Elimde valizim, cebimde biraz para. O kadar.

İ.K: Hiç tanıdık yok?

D.S: Kardeşim orada okuyordu. Ama New York’ta değildi. New York’ta da birkaç ahbap vardı. O dönemde babam bakan olduğu için 1 aylığına konsolosluğa yerleştim. Sabahları kahvaltıda telefon rehberini açıp, okul arıyordum. “Buraya kadar gelmişken okula gideyim bari” dedim. Ana-baba parası ile yapılacak en kolay şey budur diye. Park Avenue üzerinde bir okula yazıldım.

İ.K: Bir dakika, bence hikayeyi daha baştan dinlememiz gerekiyor.

D.S: New York’a daha önce bir kez arabayla girmiştim. O bana çok tesir etmişti. New York’da bir mezarlık vardır. Mezarlığın tam arkasından, Manhattan Adası görünür. O kadar birbirine benzer ki aslında. New York’a girer girmez ilk gördüğüm şey önde mezar taşları, arkada gökdelenler. İnanılmaz bir şeydi benim için. Gözümün önünden gitmez. Yaklaştıkça acaip bir his kapladı beni. Sanki ben burada mıydım eskiden, buralı mıydım? Döndüm ve dedim ki; “benim dünyada yaşamam gereken tek bir yer var”. Yıllar sonra oraya geri döndüm. 81 senesiydi. 24 yaşındaydım. Okula kayıt oldum. Greenwich Village daha o kadar meşhur değil. Ama baktım ki gençlik orada yaşıyor, NY üniversitesi orada. “Burada enteresan birşeyler oluyor” dedim. Civarda bir ev buldum. Kapıcısı da var. Orada kapıcılı ev bulmak büyük meseledir. Korkar herkes biliyorsun. Derken eve yerleşirken, bir arkadaşım beni partiye davet etti. Elbiselerimi asmayı falan bırakıp, hemen partiye gittim. Tesadüfler insanın hayatının yönünü değiştiriyor. Partide Saks Fifth Avenue’nun satın alma müdürü ile tanıştım. Okula yazıldığımı anlattım. “Sen deli misin?“ dedi. Meğerse orası evde sıkılan kadınların dikiş öğrenmeye gittiği bir terzi okulu imiş,. Ben Amerika’ya gitmeden önce 6 sene çalışmış olduğum için bana Parsens diye bir okulu tavsiye etti. “Girmek çok zordur ama git bir şansını dene” dedi. Ben hakikaten ertesi gün gittim. Tam da cahil cesareti. Bana portfolyomu sordular. Tabii anlamadım çünkü o kelimeyi ilk defa duyuyordum. Ama çalışma hayatımı, neler yaptığımı anlattım. Mudo’da 5 sene kadar çalışmıştım. Benim asıl eğitimim odur aslında.  “Gel yarın kaydını yaptır“ dediler. Ben hala ne yaptığımın farkında değildim, ne kadar önemli bir şey başardığımın. Nasıl oldu bilmiyorum. Gerçekten bu insandan aldığınız elektrikle ilgili bir şey.

İ.K: Amerika kuralcı diye bilinir ama..?

D.S: Kuralcı ama insanların özelliklerini hemen yakalıyorlar ve doğru değerlendiriyorlar. Bende varolan okuma açlığını gördüler. İşin içinden geliyorum ve okumak istiyorum. O noktayı yakaladılar. Ve ben iki sene moda tasarımı okudum orada.

İ.K: Peki Amerika’dan önce?

D.S: Ondan önce beş sene Mudo’da ve 1 senede Titiz’de çalışmıştım. Mudo’da Mustafa Taviloğlu’nun asistanlığını yaptım. Dosya da tuttuk, bir milyon düğmeyi renklerine ve boylarına göre de ayırdık. Tam olarak alaylı bir eğitimdi benim için.

İ.K: Aynı zamanda stilistlik de yapabildiniz mi orada? Yaratıcılığınızı kullanma fırsatınız oldu mu?

D.S: Oldu diyemiyeceğim. Çünkü o dönemde Türk Moda Sanayinin liderleri diyebileceğim insanlar yeni yeni Paris’i keşfetmişti. Paris’teki defilelere bir yolunu bulup girilir, fotoğraflar çekilir ve içlerinden seçilenler ile koleksiyon hazırlanırdı. Tamamen kopya üzerine.

İ.K: Mudo’dan önce okuyor muydunuz?

D:S: Liseden sonra Mimar Sinan Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü’ne girdim. Bir sene dayanabildim. Bir sene sonra oradaki eğitim sisteminin benim tabiatıma çok aykırı olduğuna karar verdim. Eminim şu anda değişmiştir. Çalışma hayatına atılıp para kazanmayı seçtim.  

İ.K: Küçüklüğünüzden beri kesmeye, biçmeye, yeni bir şeyler yaratmaya karşı ilginiz var mıydı?

D.S: İçgüdüsel olarak vardı. Annemim aldığı şeyleri keserdim, boyardım, yeniden yaratırdım. Arkadaşlarıma dikerdim. Her zaman ilgim ve yeteneğimin olduğu bir konuydu.

İ.K: Amerika’dan sonra hemen  Beymen’de mi çalışmaya başladınız?

D.S: Cem Boyner ile Robert Kolej’de beraber okuduk. Amerika’dan geldiğim zamanlarda burada da görüşüyorduk. Bir şekilde kontağı kurduk. “Hayatta buraya geri dönmem” diyordum. Ne yaparsam yapayım orada kalacaktım. Yavaş yavaş yumuşamaya başladım. “Bir konuşalım bakalım” dedim. Artık öğrenmişim portfolyoyu. Portfolyomu yolladım. “Kumaşları yolla, belki burada Altınyıldız’da üretebiliriz” dedi. Bu çok hoşuma gitti. Koleksiyon kumaşlarını yolladım.

İ.K: Siz Amerika’dayken kendinize ait çalışmalara başlamış mıydınız?

D.S: Tabii, koleksiyonum vardı. Okulda zaten koleksiyon hazırlatırlar. Çeşit çeşit koleksiyon hazırladım. Ayakkabı koleksiyonumdan ödül aldım. Chicago’dan ciddi bir iş teklifi gelmişti o zamanlar.

İ.K: Sizi cezbeden şey neydi Amerika’yı bırakmak için?

D.S: Küçük havuzda büyük balık olmak. Burası kendi memleketim. Ne olursa olsun orada bir yabancısınız. Burası benim evim. Bir de o zaman İstanbul çok güzeldi. Hayat rahattı. Bir şeye sahip olmak kolaydı. Ben o zamanlar maaşımla bir araba satın aldım. Hiç canım acımadan aylığımdan keserek bir arabaya sahip oldum. Bugün çok zor. Amerika’dan geleceksin, bir işe girip, araba satın alacaksın. Burada o kazandığım parayla gayet güzel bir hayat yaşıyordum. Daha güvenliydi ve daha basitti hayat. Bugün olsa orada kalmayı tercih ederdim. Artık şartlar aynı çünkü.

İ.K: Peki Beymen’de stilist olarak mı işe başladınız?

D.S: Evet. Beymen Club’ın stilisti olarak başladım. Ama o zamanlar Japonlar’ın büyük etkisi vardı modada. Benim koleksiyonum da bu çizgilerin etkisindeydi ve Beymen Club markasıyla aslında hiç uymuyordu. Club, haftasonunu ve sporu çağrıştırıyordu. Koleksiyonuma bambaşka bir marka koymamı istediler ve böylece Beymen Stüdyo çıktı ortaya.

İ.K: Beymen Stüdyo kaç senedir var, müşteri profili nasıl gibi konuları merak ediyorum.

D.S: 14 sene oldu. Stüdyo’nun çok sadık bir müşteri grubu vardır. Çoğunlukla çalışan, okumuş ve aktif kadın. Stüdyo’nun satışları da sürekli büyüyor. İlk başladığımız döneme göre satışlar bugün %400 daha fazladır.

İ.K: Stilistlerin çalışma tarzları nasıldır? Yani bir koleksiyon yarattınız ve bir markaya transfer oldunuz. Koleksiyonunuzu direkt markanın içine koyuyor musunuz yoksa yönledirmelerle koleksiyonunuzu markaya uygun hale mi getirmeye çalışıyorsunuz?

D.S: Şimdi benim Beymen’e geldiğim dönemde, ben koleksiyonumu hiçbir değişikliğe ve revizyona maruz bırakmadan kullandım. Ama bugün Beymen’den başka bir mağazaya transfer olsam orada kendi koleksiyonumu yapamam. Rakkamlarla yürümek gerekiyor bu işte. Ne satmış, kaç adet satmış, satmayan niye satmamış. Sadece tahlil ederek bir noktaya varıyorsunuz.

İ.K: O kadar da yaratıcılığa dayanan bir iş değil galiba gerçekte stilistlik?

D.S: Hayır, kattiyen değil. Çok bilimsel. Mecbursunuz, o dönemin modasını takip edeceksiniz, kendi koleksiyonunuzun hangi müşteri profiline hitap ettiğini tespit edeceksiniz, fiyatları belirleyeceksiniz. Sadece rakkamlarla ilerliyorsunuz. Başka bir şey yok. Geri kalansa teknik. Dikişler, kalıplar nasıl olmalı vs. 

İ.K: Koleksiyonları yaratırken sizi yönlendiren ilhamdan çok gerçekler, öyle mi?

D.S: Tabii ki. Böylesi daha iyi zaten. Kolay mı 6 ayda bir koleksiyon hazırlamak. Gelir mi böyle ilham, hayalgücü. Değişerek gelişiyorsunuz. Benim mesela 12 sene evvelki koleksiyonumu getirseler tahammül edemem bakmaya. Çünkü hataları görürüm. Bugün hem ürün geliştiriyorsunuz, hem satan malı tespit ediyorsunuz, hem müşteri profilinizi ve içinde olduğunuz markayı sürekli düşünmek ve satışlara bakmak zorundasınız. Bu kadar çok etken var. Bir de modayı takip edeceksiniz.

İ.K: Bir yılda kaç kere yeni koleksiyon hazırlanıyor?

D.S: Yılda 2 kere. Aslında 4’e bölünür.Önce baharlığı düşünürsünüz, ilkbahar ya da sonbaharı. Sonra da yazı ve kışı. Ama bu hazırlık yapılırken biri bitip, öbürü başlamıyor. Mesela şu anda kış koleksiyonuna da mal ürettiriyorum, oradaki hata ve problemleri çözmeye çalışıyorum. Bir yanda da öbür yazın modellerini ürettiriyorum, koleksiyonuna karar veriyorum, renklerine ve yapısına karar veriyorum.

İ.K: Genelde dünyada da hep 1 yıl sonrası için hazırlık yapılıyor değil mi? Moda dünyası hep 1 yıl ilerde yaşıyor.

D.S: Evet. Ama Türkiye’de genellikle daha kısa vadede çalışırlar. Beymen kadar önden giden çok az firma vardır.

İ.K: Peki 1 yıl sonrasının koleksiyonunu hazırladıktan sonra koleksiyonun tutmama riski ne kadar var? 1 yıl içinde birçok şey değişebilir çünkü?

D.S: Dünyada moda trendlerini veren bazı kuruluşlar var. Buradan bir takım dökümanlar satın alıyoruz çok ciddi rakkamlara. Bu bir masal değil, bu ciddi bir sanayi.

İ.K: Uzaktan sanki masal gibi görünüyor ama. Modayı da belirleyen bu kuruluşlar sonuçta, öyle mi?

D.S: Kumaşçılar ve yan sanayi. Ben bunu söyleyince şaşırıyorlar. Herkes benden romantik kelimeler bekliyor. “Nasıl yaratıyorsunuz, koleksiyonunuzu yaratırken nelerden esinleniyorsunuz?” gibi sorular geliyor bana.

İ.K: Evet, ben de soracaktım.

D.S: Hiç öyle bir şey yok. Bize hazır veriliyor trendler. Orada Sizin iç güdünüz giriyor devreye. O tutar, bu tutmaz, bir nevi kumar oynuyorsunuz. Kumaş fuarları var. Orada kokuyu alıyorsunuz. Pamuk bitmiş, pamukla polyesteri karıştırmışlar, bu büyük yenilik diyorsunuz mesela. Kumaşçılarda nasıl yola çıkıyorlar? 2 senedir keten almış yürümüş ise, herşey ketenden yapılmışsa, yeter artık ketenciler çok para kazandı, biraz da viskonculara destek verelim diyorlar. Bir bakıyorsunuz, viskonlar çıkmış. Yan sanayi var, düğme, çıt çıt v.s. Sonuç olarak olay bu sektörü besleyen bütün birimlerin belli aralıklarla para kazanması temeli üzerine oturtulmuş.

İ.K: 70’li yıllara, 60’lı yıllara geri dönüşler yapılıyor ?

D.S: Tabii, tükeniyor fikir. Bütün amaç ne biliyor musunuz, sizin gardrobunuzda olmayan bir şeyi size sunmak ve satın aldırmak. Karşı akımlar çıkıyor tabii. Bakarsınız bazı insanlar hep aynı giyinir. Bu, bir noktadan sonra bu işi küçük görmekten kaynaklanıyor. Çok da önemli değil aslında. Bütün seyrettiğimiz uzay filmlerinde tulum giyerler, bir örnek giyinirler. Oraya doğru gittiğimize inanıyorum yani. Bu da bitecek. Bundan 100 sene sonra belki de su bulmak için uğraşacağız, bırakın giyinmeyi. Belki aynı giysiyle 1 seneyi geçireceğiz veya 1 kere giyip, yırtıp atacağız. Oraya doğru gidiyoruz. Bu durum da moda sanayini öldürecek. Dolayısıyla sürekli geriye dönüyorlar. 50’li, 20’li yıllar… Ne kadar çok üretip, ne kadar çok satarız, insanları nasıl cezbederiz düşüncesi. Tabii ki bir fantezi tarafı var.

İ.K: 18. yüzyıl modasına dönme şansı var mı peki?

D.S: Bir eteğe giden kumaş sarfiyatı 50 cm ise, o zaman bir eteğe 5 metre gider. Kumaşçılar çok iyi para kazanırlar yani.

İ.K: Giyimde o dönemin hayranıyım da. Yeniden moda olsa ne güzel olurdu diye düşündüm bir an.

D.S: Bir kere o dönemde romantizm var. Şu zamanda dünyada romantizm bitmiş. 18. yüzyıl geri gelmez.

İ.K: Sizi en çok etkileyen modacılar ve akımlar hangileri peki?

D.S: 1980’li senelerde Japon etkisinde oluşan akım beni çok etkilemişti. Sonra 90’lı senelerde Donna Karan’lar, Calvin Clein’lar çıktı ortaya. Onlar satışa yönelik çok akıllı koleksiyonlar yapıyorlar. Yaratıcılığı çok dozunda kullanıp, daha çok satılabilecek, uzun süre giyilir, kaliteli mal ürettiler. Çok temiz çizgilerle. O beni hala çok etkiliyor.

İ.K: İtalyan markaları sizi etkilemiyor mu?

D.S: Hayır hiç etkilemiyor. Yani kimseyi sayamıyorum sevdiğim. Zamanında Armani çok büyüktü. Bir ceketle çıktı. Öyle bir ceketti ki o, ona sahip olmak bir ayrıcalıktı. Ama hiçbir tanesi bana açıkcası heyecan vermiyor. Çok fazla Akdeniz zevki, çok süslü, renkli, damgalı. Ben gizli şıklığı seviyorum. Etiketi içinde olan. Ne olduğu belli olmayan, kim olduğu belli olmayan şıklığı seviyorum.

İ.K: Ralph Lauren ?

D.S: Onu bir zeka harikası olarak görüyorum. Çünkü bildiğiniz bütün formları çağın zevkine göre değiştirip, sunuyor. Müthiş bir pazarlama tekniği var orada. Mağazasına girdiğiniz zaman oradan çıkmak istemiyor insan. Yastığı, şöminesi, aslında herşey bildiğimiz şeyler. Ama sunumu çok güzel. Çok şık. Bildiğimiz jean kumaşından kapitone yatak örtüsü yapıyor. Adam onu düşünmüş ve hiçbirimizin aklına gelmeyen bir şekilde sunuyor ve satıyor. Şık koleksiyonları ve çok özel bir tarzı var.

İ.K: İşiniz ile ilgili hedefleriniz nerelerde?

D.S: Şu anda tek istediğim Beymen Stüdyo koleksiyonunun ihracat yapması. Çünkü lokal kalmak bana artık çok çağ dışı geliyor. Uzun zamandır bunu istiyorum. Dünyaya açılmayan bütün markaların fazla bir aşama yapmadığını ve yok olmaya mahkum olduğunu düşünüyorum. Sadece bir kasaba dükkanı kalmak gibi geliyor bana.

İ.K: Giyim sizin hayatınızda ne kadar yer kaplıyor?

D.S: Açıkcası pek fazla bir yer kaplamıyor. Tabii ki uyumlu, şık ve temiz olmaya çalışıyorum. Kendimi giydirmeye büyük bir zamanımı ayıramam. Bunun için fazla vakit geçiremem, yazık gibi geliyor. Bir de artık daha pratik oluyorsunuz, kendinize yakışan şeyleri daha kolay seçiyorsunuz, daha az hata yapıyorsunuz. Dolabınızda ne kadar az eşya varsa hayat o kadar kolaylaşıyor bence.

İ.K: Bunu öneriyor musunuz peki?!

( Sadece gülüyoruz…)

İ.K: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

D.S: Aslında ülke ile ilgili sorunlarda çok hassas bir insanım. Yaptığım işi çok seviyor ve saygı duyuyorum. Ama bazen de  “bu ülkede bu kadar çok sorun ve yapılması gererken bu kadar şey varken, ben herşeyden çok uzak, büyülü bir dünyada mı yaşıyorum” diye düşünüyorum. Bir dönem sonra işimi daha hafifletip, çevre ile ilgili birşeyler yapmayı istiyorum kesinlikle.