HILLSIDER 73 / TASARIMCININ İÇİNDEKİ MÜZİSYEN DERİN SARIYER

h73 kapak ok_CONYaratıcılık… Kimisinde çoğalarak büyür. Birçok alana yayılır.

Güçlü ve özgün bir tasarımcı olan Derin Sarıyer de bu kişilerden. Yaratıcılığı sadece mobilya tasarımı alanında değil. O aynı zamanda gizli bir müzisyen. Yıllardır evinin özel bir köşesinde şarkı sözü yazıyor, beste yapıyor, çocukluğundan beri ona eşlik eden gitarını çalıyor. Ama artık biriktirdiklerini paylaşmaya başlamış. Çok da iyi yapmış!

İpek Kigan: Geçmişe doğru gittiğinizde hatırlayabildiğiniz en eski görüntüyü anlatabilir misiniz?

Derin Sarıyer: Kadıköy, Moda civarında Yoğurtçu Parkı’nda koşuşturduğumu hayal meyal hatırlıyorum. O bölgede doğdum ve büyüdüm. Annem, babam ve onların anneleri babaları hep Moda, Mühürdar ve Bahariye’de oturuyorlardı. Küçük biri için, kendi içinde bütün dünyayı temsil edebilecek yapıda bir semttir Moda. Keskin bir hayat anlayışım yoktu, akışına bırakmaya eğilimliydim. Zaten hala belirli bir hakikat olduğunu düşünmüyorum. Sadece birbirinden farklı görüşler var.

Nasıl bir çocuktunuz? İçe dönük, elinde kağıt kalem bir şeyler çizip, yazan mı, yoksa sokaktan içeri girmeyenlerden mi?

Eve zor girenlerdendim. Tercih ettiğimde rahat sosyalleşebilen bir mizacım vardı. Sokak aralarında, arsalarda futbol oynayan ve terleyenlerdendim. Güçlü bir sağ bektim. Futbolun en itibarsız mevkii. Ailem üzerime düşerdi fakat dışa dönük olmama ve evin dışında zaman geçirmeme sorun çıkarmazlardı.

Derin Design’ı 42 yıl önce babanız kurmuş sanırım. Siz de 1 sene sonra doğmuşsunuz. Kendinizi bildiniz bileli aynı işin bir yerlerinde olmak, aynı markanın bir parçası olmak, hatta onunla isimdaş olmak nasıl bir deneyim? Ne gibi farklı duygular yaşattı size yaşamınız içerisinde?

Doğduğumda babam Derin isimli firmasını kurmuştu. Ben bu oluşumun üzerine geldim. Dolayısıyla benim için çok doğal bir durumdu. Özellikli bir şey değildi. Belki bir ara bütün babaların, çocuklarının isimlerin de işleri olduğunu bile düşünmüşümdür. Evimizde de heykelsi mobilyalar ve aksesuarların bulunmasına şaşıracak şansa sahip olmadım. Her şey kendiliğinden gelişti.

Baba mesleğini devir alacak erkek çocuk yönlendirmesi miydi size bu mesleğe iten yoksa içinizdeki aşk mı?

Bilkent Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü’nde okudum. Öncesinde 1 sene Floransa’da yalnız yaşamıştım. İtalya’dayken mobilya alanında yapabileceğim uzlaşmamın çok doğru olacağını hissettim. Bu alanda hem severek çalışabileceğimi hem de başarı sağlama ihtimalimin yüksek olacağını biliyordum. Üniversite sonrasında da 1 sene Milano’da yaşadım. Milano’da Giulio Cappellini, Jasper Morrison, Piero Lissoni, Tom Dixon gibi önemli tasarımcılarla bir arada bulunma şansını elde ettim. Bu alanda çalışma hevesim iyice arttı. Özellikle 90’lı yılların sonunda Cappellini markası çağdaş mobilya alanında dünyanın en önde gelen markasıydı ve ben orada çalışıyordum. Büyülü bir deneyimdi benim için. Bir markanın oluşumundaki en önemli etkenlerin tekniğini ve ruhunu anlamada bulunmaz bir tecrübeydi.

Milona’dan neler kaldı aklınızda?

Hem çalışıyordum, hem de Milano’yu kendimce keşfediyordum. Sokaklarda tek başıma kulağımda kulaklıkla, müzik dinleyerek yürüdüğümü hatırlıyorum. Bir aşamada İtalyanca kitaplar okuyabilmeye başladım. Litfiba ve Nek gibi pop-rock grupları tespit etmiştim. Moda ve tasarım haftaları dışında belirli bir monotonluğa ve rutine sahip bir şehir Milano. Bu bana iyi geliyordu.

Peki küçükken ne olmayı hayal ediyordunuz?

Keskin kararlar alabilecek olgunluğa erken ulaşmadım fakat içten içe yaratıcılık içeren, kendimi ifade etmeme imkan verecek konulara yakın olmak istediğimin farkındaydım. Saint Joseph’de okuduğum Fransız yazarlardan etkileniyordum. Proust, Gide, Camus, Sartre: Gerçeklikle yüzleşmeyi kolaylaştıran insanlardır.

Sizin okuduğunuz dönemlerde Fransız Liseleri’nin disiplini, kuralcılığı, katılığı çok konuşulurdu. Mesela biz özellikle Saint Joseph mezunlarının başka bir dünyada yetiştirildiğini düşünürdük. Sizin hayatınızdaki yeri nedir bu 8 yılın gerçekten?

Saint Joseph’de 8 sene, sadece erkeklerin bulunduğu bir atmosfer, şimdi dışarıdan bakınca pek sağlıklı gözükmüyor. O dönemde, bize standart bir uygulama gibi görünse de, travmatik sonuçlar yaratabileceğinin bilincine varabilmem zamanımı aldı. Dünya edebiyatına, felsefeye, sanata yakınlaşmama yardımcı olması ise bana çok önemli bir katkısıdır Saint Joseph’in. Varoluşun temeli ve karanlık noktalarıyla ilgilenmemi hızlandırmıştır. Bir de Saint Joseph’in mesela Galatasaray Lisesi’nin aksine bireysel tavırları besleyen bir yapısı olduğundan bahsedilirdi. Belki de bu savın gerçeklik payı vardır.

Derin Design’da çok etkileyici tasarımlar var. Ama merak ettiğim şey bu orijinal tasarımlar kullanılırlarken rahatlar mı? Genellik bu tip mobilya tasarımlarında görsellik ve farklılık ön planda tutulurken, kullanım konforu ikinci plana itiliyor? Sizin ürünlerinizde neye öncelik veriyorsunuz?

Ürün tasarımında ve bizim uzmanlık alanımız olan mobilya tasarımında ortaya çıkan işlerin ana motivasyonu, fonksiyon beklentisini yerine getirmesidir. Bu fonksiyonu da o ürünün kullanılacağı mekan, kullanacak insanlar ve beklentileri belirler. Mobilya özelinde ise bir bekleme ünitesiyle, bir yatak olan kanepe arasında ya da yönetici odası kanepesiyle televizyon karşısında uzanıp içine gömülünecek kanepe arasında hem konfor hem de estetik açılardan farklılıklar vardır. Son yıllarda biz Derin Design olarak ortak alanlara, çalışma ortamlarına ve ofislere odaklandık. Bu yönde ürünler geliştirdik.

Derin Design için neler planlıyorsunuz? Yakın gelecekte neler olacak?

Bugünlerde Derin Design’ın 2014 koleksiyonuna odaklanmış durumdayız. Aziz Sarıyer’in, Arif Özden’in, Finlandiya’dan önemli bir tasarım ofisi olan Pantagon Design’ın ve benim yeni tasarımlarımızdan oluşuyor bu koleksiyonumuz. Yirminin üzerinde ürüne yoğunlaştık. Hem çalışma ortamlarında hem de evlerde yer alabilecek tavırda masa, sehpa, sandalye, kanepe, koltuk ve depolama ünitelerinden meydana gelen bu tasarımların prototipleri ve katalog çekimleriyle ilgileniyoruz ve 2014’ün ilk yarısında lansmanını yapacağız.

Yakında baba oluyormuşsunuz sanırım. Neler hissediyorsunuz?

Bu sayfalar yayımlandığında umarım bebeğimiz doğmuş olacak. Doğal olarak ben ve Beliz çok heyecanlıyız. Aklımız onda. Evde gerekli hazırlıkları Beliz yapıyor, ben de yardımcı olmaya gayret ediyorum. Hayatımızda nelerin değişeceğiyle ilgili tam emin değilim. Zamanlamalar ve öncelikler bağlamında gelişecek değişiklikleri az çok tahmin edebiliyorum fakat psikolojimizdeki yansımaları yaşarken hissedeceğiz.

Müzik konusuna gelirsek… Sözler ve besteler de size ait… Nasıl gelişti olaylar ?

Kendimi bildim bileli gitarım var ve odamda şarkı yazıyorum. 10’lu yaşlarımın başlarında aldığım Yamaha akustik gitarım ise hala evimde durur. Enstrümanist bir tavırdan ziyade aklımdakileri melodilere dökecek akor yapısı bilgilerine ve ritim tekniklerine hakimim. Derdimi anlatabilecek kadar da bilgisayar kayıt tekniklerini biliyorum. Evde mini bir düzeneğim var. Her şey orada olup bitiyor. Bir noktada yazdıklarımı paylaşacağımla ilgili kararım vardı. Ne zaman olacağını tam kestiremiyordum. Yaklaşık 3 sene önce yeni şeyler de yazmaya ağırlık verdim. Evde demolar hazırladım. Prodüktör olarak Oğuz Kaplangı ile tanıştım. Birlikte çalışma kararı aldık. Demolarımı Oğuz Kaplangı’nın stüdyosuna götürüyorum ve orada şarkıların altyapısı en son hallerini alıyor.

Müzik yaşamınızda ne kadar yer kaplıyor?

Günlük iş tempomun dışında evde şarkı yazmaya zaman ayırmak çok kolay benim için. Müzikle aktif olarak ilgilenme sebebim aklıma takılan, beni düşündüren, kafamı kurcalayan konuları müzik diline tercüme ederek hafifleyebilmemdir. Sonrasında insanlarla paylaşmanın verdiği haz da apayrı bir zevk tabi. Şarkı sözü ve müziği yazıyor olmam zaten müzikle ilgileniyor olmamın temel nedeni. Bir yazarın ya da felsefecinin kendi kitabını yazması gibi doğal bir şey bu benim için. Bir şarkının ana gövdesini çıkarttıktan sonra zaman içinde olgunlaşmasını sağlıyorum genellikle. Uzun bir zaman diliminde fakat sıklıkla üzerinde çalışıyorum. Belki de bu şekilde, kısık ateşte pişirerek iyice içime sinecek kıvama geliyorlar. Şarkıları paylaşıyor olmanın bende yarattığı rahatlama hissi, iş ve özel hayatıma da çok olumlu yansıyor.

Armaggan Art Gallery’de gerçekleşen “Mimardan Müzisyene Sınırsız Yaratıcılık Sergisi’nde” tasarımcı olarak mı varsınız, müzisyen olarak mı? 

Sergi özellikle mimarlık, iç mimarlık, ürün tasarımı ile profesyonel iş hayatını sürdüren kişilerin farklı yaratıcı disiplinlere dair yaptıklarını merkezine almıştı. Benim de müzikle ilgilendiğimi biliyorlardı. Teklif ettiler ve kabul ettim. İlk prodüksiyonu ‘’Sınırsız Yaratıcılık’’ sergisi için gerçekleştirdim. Şarkılarımdan birini seçtim, iyice toparladım, devamında düzenlemesini ve masteringini tamamladık. Şarkının klibinin de olmasını istedim. Dinleyici ile bağını bu şekilde daha sağlam kurabilecekti. Devamının gelmesi için çalışıyorum. Hevesliyim.

Herkes Bir Şey Biliyor parçası çok hoşuma gitti. Sözü de, bestesi de dinlerken beni mutlu etti. Özellikle ‘ Çok mutlu ol, 1987 kar tatilindeki çocuk gibi’ mısrası beni yıllar öncesine götürdü. Hayatımın en uzun kar tatili, çok eğlendiğim anlar, şartsız mutluluğun günleri… O üç hafta ne çok kişinin hayatına dokunmuş diye düşündüm. Sizin için de önemli olsa gerek…

Herkes Bir Şey Biliyor isimli şarkı, mutluluk kavramının nasıl ulaşılmayan bir serap ya da dokunamadığımız gölgemiz gibi hayali, gerçek dışılığıyla ilgili. Çocukluktaki kendinden geçme hissiyle özdeşleştirilebilecek bir hayal. Bunu da 87’deki uzun kar tatiliyle sembolleştirdim. O tarihte İstanbul’da olanların kolektif hafızasında bulunabilecek bir sembol.

Bir Akrep burcu olarak yaşamı ve özellikle ölümü sorgulamamanız imkansız diye düşünüyorum. Sanki şarkılarınız da bu sorgulamadan yola çıkmışlar. Sizin baktığınız yerden nasıl görünüyor yaşam veya ölüm?

Bilincimizi şekillendiren en önemli faktör fiziksel kırılganlığımız. Dolayısıyla ölüm. Yüzeyde görülmese de psikolojimizin gizli lokomotifi bir gün öleceğimizi bilmemiz. Bu bilgiyle sürekli yüzleşmek can sıkıcı gelebilir insanlara fakat ben bunun yapıcı bir yanı olduğunu düşünüyorum. Burçlarla ilgili düşüncelerimde ise Sagan ve Adorno’ya yakınım.

Hayalinizdekini somutlaştırmak, madde haline getirmek mi, müziğin uçsuz bucaksızlığı içinde kaybolmak mı yaratıcı tarafınızı daha çok tatmin ediyor?

Duygusallık ile rasyonelliği karıştırıp ikisini de anlamsız kılmaktan yana değilim. Bende bu iki özellik farkı frekanslarda çalışıyorlar. Fakat konu şarkı yazmaya gelince aralarındaki dikiş izinin de görünmeyeceği bir biçimde bir araya geliyorlar. Bir sanat formu olarak ‘’şarkı’’ sanatın en etkili ve yoğun formlarından birisi. İnsanlarla çok hızlı iletişime geçiyor. Çok çabuk kana karışıyor. Gerçeklikle hayal arasında köprü kuruyor ve insanı kendisiyle baş başa bırakıyor. Müzik dinlemekten aldığım zevk kadar yapmaktan da almamın nedenlerinden biri de budur.

Geleceğe doğru baktığınızda kendinizi ne yaparken görüyorsunuz?

Geleceğe doğru baktığımda, hayatta olacağım süre içerinde sadece içimden gelenleri yapacağıma eminim. Başka türlü bir hayat düşünemiyorum. Çünkü tek hayat, yaşamakta olduğumuz hayat…