HILLSIDER 26 / ZAMANLA YARIŞAN KADIN : ZEYNEP MERKİT

Yarıştığı arabaya bakarken gözleri parlıyor. Yanında sakin durmanızın imkanı yok. Dalga dalga enerji yayıyor. Onunla konuşmaya başladığınız andan itibaren, yeni tanışmış olma duygusunun ne kadar yabancı kaldığını hissediyorsunuz. Kızıl saçları, fırtına gibi esen yosun yeşili gözleri var. Uzun ve narin. Birkaç karpuzu aynı anda  koltuğuna sığdırmış kadınlardan. Onu görür görmez seviyorsunuz…

Zeynep Merkit: Önce kısa bir geçiş yapayım. Biz 15 sene Bodrum’da yaşadık ve 5 sene önce tekrar İstanbul’a gelmeye karar verdik. Tabii bütün eski dostları görmeye başladım doğal olarak. Bunlardan biri de Emre Yerlici. Organize ettiği bir yarış vardı. Birgün Emre beni aradı ve “yarışmak  ister misin ?” diye sordu. Benim ralliye düşkünlüğümü biliyordu. Ben hemen kabul ettim tabii… Yarış 10 gün sonraydı. Hayatımda hiç yarışmamıştım ama iyi bir seyirciydim. Tabii iyi bir seyirci olmanın getirdiği bilgiler vardı. Emre benim çocukluk arkadaşım, eşim de motosiklet yarışçısı olduğu için sürekli böyle ortamların içinde bulundum.

İpek Kigan: Peki şoförlüğünüz ne durumdaydı? Yani her ralli yapayım diyen yapamaz bu işi herhalde?

Z.M: Şoförlüğümün iyiliği–kötülüğü hakkında bir şey söyleyemeyeceğim ama araba kullanmayı çok seviyorum. 17 yaşından beri araba kullanıyorum ve özellikle Bodrum’da oturduğumuz dönemde sürekli uzun yol yapıyordum. Bugüne kadar hiç kazam yok. Herhalde Emre de bunlara güvendi. Ben teklifini kabul ettikten sonra 10 gün içinde, rallinin prosedürlerini öğrendik. Ve apar topar ilk ralliye girdik. Erkek, bayan diye kategorilere ayırmışlardı. Gerçi aynı anda yarışıyorsun ama… Yarışmada 3 bayan ekibi vardı ve biz birinci geldik. Böylece başlamış olduk.

İ.K: Neden erkek–kadın ayırımı yapılıyor acaba? Araba kullanımı ile ilgili bir konuda yapılmaması gerek diye düşünüyorum. Fiziksel güçle ilgili bir konu değil ki bu. Arabanın gücü ve ekibin yeteneğiyle alakalı.

Z.M: Bilmiyorum. Yurtdışında bu işin bir “kurallar kitabı” var. Burada bayan klasmanı diye bir klasman oluşturulmuş. Birlikte yarışıyorsun. Hem genel klasmanda derece alıyorsun, hem de kadınlar klasmanında. Tabii ki hem pilotun hem de co-pilotun kadın olması şartıyla. Neticede böyle başladık. 5 yarış yaptık. 5 yarışta da bayanlar şampiyonu olduk.

İ.K: Hangi yıldan bahsediyoruz?

Z.M: 2000.

İ.K: Sizin bu işe başlamanız çok yeni o zaman.

Z.M: Evet, çok yeni. Herkes çok şaşırıyor bu duruma.

İK: Ralliye başladığınız ilk sene 5 kupa. Sonra?

Z.M: Sonra Begüm’le ikimiz Tofaş’tan bir teklif aldık. Bu arada Begüm Özkan ekibin co-pilotu. Tabii böyle bir teklif alarak fabrika pilotu olmak, her pilotun gönlünde yatıyor

İ.K: Fabrika pilotu olunca ne oluyor?

Z.M: Size ait bir antrenman arabası veriliyor. Mekanik desteğiniz ve diğer bütün ihtiyaçlarınız sağlanıyor. Gerçekten bir kırmızı halım eksik diyorum ben. O kadar güzel bir ekiple çalışıyoruz ki. Tofaş’ın ilk bayan ekibiyiz. Tekliflerini kabul ettikten sonra bize yeni bir araba hazırladılar, antrenmanlarımızı yaptık ve tekrar başladık sezona. Yine 5 yarış yaptık. Üçünü birinci olarak bitirdik, ikisinde mekanikten kaldık. Ama diğer bayan ekiplere göre puanımız yüksek olduğu için gene birinci olduk.

İ.K: Mekanikten kaldık derken…?

Z.M: Mesela benzin pompası arıza yaptı yarışın ortasında. Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. İkinci yarışta da arabanın altını çok vurduğumuz için benzin deposu delindi.

İ.K: Yarış yapacağınız pistti önceden geziyor musunuz?

Z.M: Tabii. Önceden antrenman yapıyoruz. 3 günlük, 2 günlük yarışlar var. Bunların belli kilometreleri var. Federasyonun izin verdiği sürelerde, bu kilometreleri geçip, metre metre yazıyoruz. Viraj, tepe üstü, düzlük gibi yol bilgilerinin hangi metrelerde olduğunu yazıyoruz. Sonra yarışta co-pilot bu notları okuyor. Co-pilot ne diyorsa ben öyle gidiyorum. Sağ yerine sol derse büyük ihtimalle uçuyoruz zaten. Onun görevi aslında pilottan çok daha zor, daha komplike.

İ.K: Yarışırken kaza yapmaktan korkuyor musunuz?

Z.M: Hayır, hiçbir zaman korkmadım. Çünkü herkesin bir sürat limiti var. Ve ben kendi limitlerimi kestirebiliyorum. Arabaya zaten güveniyorum. Ralli arabaları özel yapılıyor biliyorsunuz. 4 yerden bağlanıyorsunuz. Koltuklar ergonomik. Her bedenin ayrı koltuğu var. Yangın için özel bir şalter var, kaza anında sadece motora köpük sıkıyor.

 İ.K: Ralli yaparken hissetiğiniz duygu ne peki?

Z.M: Çok zevk alıyorum, mutlu oluyorum. Kendimi heyecanlı hissetmem  ama yarışın bitmesine yakın, Begüm’un de benim de gözlerimizden iki damla yaş süzülür. Belki de o eğlence, o hoşluk ve belki de o adrenalin bitiyor diye.

İ.K: Bilinen hangi rallilere katıldınız?

Z.M: İstanbul’da Pirelli Rallisi, İzmir’de Türkiye Rallisi, Antalya’da Anatolya Rallisi. Türkiye ve Antalya Rallisi dünya şampiyonasına aday yarışlar. Dünya şampiyonasında 12 tane yarış var. Onlardan biri çıkarsa Türkiye buna aday. O yüzden bu 3 günlük yarışın organizasyonu çok önemli. Onların haricinde Bursa’da Yeşil Bursa ve Aydın’da Ege Rallisi. Bu sene 8 yarış koymuşlar, bunun 5’ine katılmak mecburi.

İ.K: Zamana karşı yarışıyorsunuz değil mi?

Z.M: Evet, amaç tespit edilen mesafeyi en kısa zamanda geçmek. Gerçekten çok zevkli. Bambaşka bir dünya. Ben Aralık ayında Hindistan’da meditasyon yapmak için bir ashraama gittim. Ve orada anladım ki; biz zaten ralli yaparken meditasyon yapıyoruz. Arabaya oturup, start aldığınız anda ne geçmiş var ne de gelecek. Sadece o an  var. Meditasyonda da amaç sadece anı yaşamak, anın farkına varmak zaten. Bundan güzel meditasyon olamaz. Sadece 1 metre ilerisini düşünebiliyorsunuz. Yol şartları nedir? Kaya var mı? Taş var mı? Vites kaçta olacak?

İ.K: Meditasyonu kaç yıldır yapıyorsunuz?

Z.M: 4 aydır.

İ.K: Neden meditasyona yöneldiniz? Sizi etkileyen neydi?

Z.M: Kardeşim benden 10 yaş küçük ve yaşam anlayışı çok farklı. Ekolojik tarımla, vejeteryanlıkla, otları böcekleri inceleyerek başladı yaklaşık 2 sene önce. Fethiye’de Kayaköy’de fotoğrafçılık üzerine bir merkez açtı. Sonra birgün Hindistan’a gitti. Yeni Delhi’ye 150 km mesafede Tuna şehrinde bir ashraam. Bu senede beraber gitmemizi teklif etti. Ben de çok istiyordum. 21 gün geçirdim Hindistan’da. Nasıl güzel döndüm anlatamam. Kendimi çok iyi hissediyorum.

İ.K: Neler yaşadınız bu sihirli 21 günde? Bir kere ağız tadınıza göre yemek bulmakta zorluk çektiniz mi?

Z.M: Yemediğim kadar güzel yemekler yedim orada. Hep sokaklarda yedim. Sularını da içtim. Sonuçta susayınca bir yerde içiveriyorsun. Yemekleri bol baharatlı ve çok lezzetli. Zencefili çok kullanıyorlar. Sebze ağırlıklı ama, kuzu eti ve balık da var.

İ.K: Tuna şehrinde bir ashraam’a gittim dediniz. Ashraam nedir, anlatır mısınız?

Z.M: Meditasyon merkezi diyebiliriz. Tuna şehri eski İngiliz yerleşiminin olduğu bir şehir. Buradaki ashraam ise çok geniş bir alana kurulmuş. Bambu ağaçlarını anlatmama imkan yok. Bu bina boyunda bambu ağaçları var. Yatacak yerler hep ashraamın dışında. Ya ev kiralıyorsunuz, ya da otelde kalıyorsunuz. Her sabah saat 6’da meditasyon ile başlıyor. Günde 7 tane meditasyon seansı var. Bunların hepsine girmek zorunda değilsiniz. Meditasyon yapılan mekan bej renkli, çok büyük bir sirk çadırı gibi. İçeri çorap ile giriyorsunuz. Tek renk, tek tip elbise giyiyorsunuz. Genel olarak pancar renkli bir elbise.

İ.K: Daha çok beyaz renk tercih ediliyor diye biliyorum ama.

Z.M: Beyaz  giyilen bir meditasyon seansı var. Ama iç çamaşırınıza kadar beyaz giyiyorsunuz. İçeri girerken kontrol ediliyor. O çok farklı bir seans. O bana ağır geliyordu mesela. 1 saat oturarak yaptığınız meditasyon var, dans ederek ve şarkı söyleyerek  yapılanlar  var.

İ.K: Danslı, şarkılı meditasyondaki amaç ne?

Z.M: Anı yaşatmak, anın farkına varmak. Dans ederken sadece o adımları düşünüyorsunuz. İçe dönüyorsunuz, beyninizi boşaltıyorsunuz.

İ.K: Öğretinin içinde vejeteryanlık var mı?

Z.M: Ashraamın içinde içki yok. Orada pişen yemekte et de yok. Ama dışarı çıkıp, içki içmek isterseniz içebiliyorsunuz ama Tuna’da içki bulunmuyor zaten.

İ.K: Böyle bir kültürleri mi yok, yoksa dini inanışları yüzünden mi kullanmıyorlar?

Z.M: Onu anlayamadım. Konuşmaya çalışınca içki yok diyorlar sadece. Açıklama yapmıyorlar. Sonuçta size et yemeyeceksiniz, içki içmeyeceksiniz diye şartlama yapmıyorlar. Ama bu felsefeyi üst düzeyde yaşamak isteyenlerin et kullanmadığını gördüm.

İ.K: Siz ne düşünüyorsunuz?

Z.M: Yemek yemek güzel bir şey diye düşünüyorum. Tabii ki tercihler olabilir. Herkese saygı duyuyorum. Ama ben vejeteryanlığı düşünmüyorum.

İ.K: Tuna’dan döndüğünüzde sizin için artık neler farklıydı?

Z.M: Bir kere gönülden isteyerek gittim. Ve karşılığını aldım.

İ.K: Hep “acaba“ dediğiniz sorulara mı cevap buldunuz?

Z.M: Acaba dediğim bir şey yokmuş zaten kafamda. Onu anladım. Fazla özgüven mi bilmiyorum. Ama benim için iyi oldu.

İ.K: Çizgiler daha mı belirginleşti?

Z.M: Öyle diyebiliriz.

İ.K: Çocuklarınıza yaklaşımınızda öğrendikleriniz etkisi oldu mu?

Z.M: Bugüne kadar izlediğim yolun doğruluğuna bir kez daha inanmamı sağladı. Çocuk psikolojisi benim için çok önemli. Bodrum’da yaşarken 9 yıl anaokulu işlettim, belki de o yüzden. Çocukların algılamalarına göre birşeyler verdiğiniz zaman her şey çok farklı oluyor. Oradan gelen bir bakış açısıyla kendi çocuklarıma da bir şeyler vermeye çalışıyorum.

İ.K: Neden anaokulu açmak istediniz? Çocuğunuz var mıydı bu işe karar verirken?

Z.M: 83 yılında Bodrum’a yerleşmiştik. Orada ufak bir dükkan ile başladık. 4 sene sonra Mert dünyaya geldi.

İ.K: Dükkan neyle ilgiliydi?

Z.M: Valla neler olmadı ki! Şaküteri ile başladık, video kaset kiralama, sandviç ve sonra giysiye döndük. Halen giysi üzerine devam ediyor. Kış dönemi iş olmuyordu tabii. Mert olduktan sonra 2 sene oğlumla oturdum. Bu arada tekrar hamile kaldım. Kızım Mine oldu. Fakat ben faal bir insan olduğum için bir şeyler yapmak istemeye başladım. O zaman anaokulu açma fikri geldi aklıma. Bodrum’da böyle bir açık vardı. Hem kışın da işim olsun, hem çocuklarım da gitsin diye düşündüm. Oğlum 4, kızım 2 yaşındayken yuvayı açtım. Ve İstanbul’a dönene kadar, 9 sene boyunca bu işe devam ettim. Rengarenk bir okulum vardı. Çok severek yaptım bu işi.

İ.K: İstanbul’a dönme kararınız çocuklarınızın eğitimi ile mi ilgiliydi?

Z.M: Hayır, eğitim benim için her yerde aynı. Ama Bodrum’daki sosyal hayat çok fazla yozlaşmıştı. Her şey farklılaşmaya başlamıştı. Bu kararı vermemizdeki esas etken buydu. Oradaki dükkanlarımız hala duruyor. Çok güzel bir evimiz var. Düzenimiz duruyor yani. Yazları gidip, geliyoruz. Ama Akmerkez’deki dükkanımız açılınca – Toys for Big Boys – bu yaz biraz zorlandık gitmekte. Benim yarışlarım var, Kemal’in motor yarışları var.

İ.K: Kaç seneden beri motosikletle ilgileniyor eşiniz?

Z.M: 10 seneden beri. 97 yılından itibaren de yurtdışındaki yarışlara katıldı. Ben de servis arabasını kullanarak onun peşinden gittim.

İ.K: Eşinizin motosiklet kullanmasından endişe etmediniz mi hiç ?

Z.M: İlk motorunu ona ben hediye ettim. Bodrum’daydık. Bir kamyonla geldi motor. Demonte durumda tabii. Benim düşüncem akşam doğum gününü kutlayacağımız yerde, böyle beyaz bikinili kızların eşliğinde vermekti. Motor demonte gelince ben de 1 lastiği paket yapıp, verdim.  Önce anlamadı. Bir süre sonra olayı fark edince çok sevindi tabii. O günden beri de motosiklete binmek hayatının çok önemli bir parçası oldu.

İ.K: Gerçekten uyumlu bir çift olmuşsunuz. Toys for Big Boys’un ortaya çıkmasında bu motosiklet tutkusu yatıyor galiba?

Z.M: Evet. İstanbul’a geldikten sonra ne yapalım diye düşünürken 2 senemiz geçti. Sonra kendi yaptığımız sporları bir çatı altında toplamaya karar verdik. Sonuçta biz dükkancıydık. Dükkanın ismini de Kemal buldu.

İ.K: Toys for Big Boys’un kapısından girdik, neler bulabiliriz?

Z.M: Bir kere bütün kamp malzemelerini bulabiliyorsunuz. Çadırdan, çatal-bıçağa kadar. Motosiklet çeşitleri, kıyafet ve aksesuvarları, model ve uzaktan kumandalı arabalar ve ara ara alternatif sporlarla ilgili entrasan malzemeler geliyor.

İ.K: Yapılacak bu kadar çok şey varken, hayat daha güzel değil mi? Galiba sizin  yaşamınız zamana karşı yarışmakla geçiyor.

Z.M: Kesinlikle. Ama ben hep böyledim. Bazen soruyorlar nasıl yetişebiliyorsun diye. İşlerinizi doğru organize ettiğinizde her şeye zaman kalıyor.

İ.K: Çocuklarınız küçükken aynı tempoyu sürdürebiliyor muydunuz?

Z.M: Bodrum’dayken çok iyi bir yardımcım vardı. Beni çok rahatlatmıştı. Bir de nereye gitsek çocukları hep götürürdüm. Onları her yere sürükledim. Arabadan nefret ediyorlar mesela.

İ.K: Hiç bungee jumping veya onun gibi bir adrenalin sporu yaptınız mı?

Z.M: Hayır. Kardeşim yaptı bir kere. Ben onu seyrederken, yeterince adrenalin salgıladım zaten. O başka türlü bir şey. Yapmak istemem…