AKARE MAGAZINE 2008 / BEYAZPERDENİN DOĞAL PERİSİ ÖZGÜ NAMAL

2007 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi Özgü Namal, sinema perdesinde nasıl görünüyorsa, öyle biri. Aynı güzellikte, aynı sadelikte, aynı içtenlikte… Üstelik aşırı yoğunluğunun içinde bize zaman ayıracak kadar da kibar. 

Konservatuar öğrenciyken dil eğitimi için gittiği Amerika’da yaşadıklarını, kazandıklarını, kaybettiklerini, hayallerini, hedeflerini ve canımızın istediği her şeyi konuştuk birlikte…

İpek Kigan: Amerika’da hangi okula gitmiştiniz?

Özgü Namal: 2000 yılında, 3 aya yakın University of California, Los Angeles’ın dil kursuna devam ettim.

Amerika ve University of California, Los Angeles’ı seçmenizde özel bir sebep var mıydı?

Aslında özellikle düşünmemiştim ilk başta. O zaman ASBA Uluslararası Eğitim Danışmanlık şirketinden destek almıştım. Florida’da bir okul vardı, bir de UCLA. Aslında İngiltere’ye gitmek istiyordum ama çok pahalıydı. Daha sonra Amerika’nın hem bütçe, hem de zaman olarak uygun olduğunu düşündük. Hem de UCLA gibi bir okulun dil kursuna gidecektim. Gideceğim okulda önemliydi. Hep beraber, konuşup, danışarak karar verdik.  O zaman öğrenci olduğum için biriktirdiğim parayla gidecektim. Bu yüzden Amerika benim için daha uygun oldu.  Konservatuarın birinci sınıfını bitirdiğim yaz tatilinde gitmiştim.

Gitmeniz tek nedeni eğitim miydi?

Evet, esas amacım dil eğitim idi. Okulda aldığım dil eğitiminin yeterli olmadığını düşünüyordum. Eksik kalan eğitimimi tamamlamak için gittim. Ama Los Angeles mesleğim ile ilgili bir şehir olduğu için de bir çekiciliği vardı. Giderken çok heyecanlıydım. “Oyunlara giderim, film izlerim, Hollywood stüdyolarını gezerim.” diye düşündüm. Nitekim bunların hepsini yaptım da! Los Angeles sinema sektörünün merkezi olduğu için benim için değerliydi.

Gittiğiniz dönem burada hangi işlere imza atmıştınız?

1998’de Affet Bizi Hocam ile dizilere başlamıştım, ondan önce reklamları çekiyordum. Yaz tatili olmuştu, her şeye ara verilmişti. Zaten diziden biriktirdiğim paralarla gidebilmiştim. Şimdiki kadar popüler değildim ya da tanınmıyordum ama benim hayatım aynen şimdiki gibi devam ediyordu. Mütevazi bir şekilde işimi yapıyordum. Amerika’dan döndükten sonra da Yeditepe İstanbul dizisine başladım.

Yurtdışında aldığınız eğitimin faydasını gördünüz mü? Size ne gibi kolaylıklar ve avantajlar sağladı?

Açıkçası ilk döndüğüm zamanlarda İngilizce konuşacak yer ve durumlarla çok karşılaşmadım. Dil kursumu bitirir, bitirmez konservatuarın 2.sınıfına başladım zaten. Dolayısıyla Türkçe bir eğitim aldığım ve sonrasında da oyuncu olarak da İngilizceyi çok fazla kullanacak yerim olmadı. Ama tabii ki hayatımda çok önemli bir yer var. Hala İngilizcemi geliştirmek için uğraşıyorum. Aksan çalışıyorum. Yabancı dil bilgisinin özellikle bir oyuncunun hayatında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca zaman zaman yabancı görüntü yönetmenleri veya yönetmenlerle çalışıyoruz. Mutluluk filmindeki görüntü yönetmeni  yabancıydı mesela. İşimiz gereği konuşuyoruz. Sonra yurtdışında jüri üyeliği yapıyorum. Sarajevo’ya gittim. Orada da anlaşma dili olarak İngilizceyi kullandım. Elbette hayatımda önemli bir yeri var ve giderek de artıyor. Ben de elimden geldiğince peşini bırakmamaya çalışıyorum.

Bu ilk uzun süreli yurtdışı seyahatiniz miydi? Ne gibi zorluklar ile karşılaştınız?

Evet, uzun süreli ve yalnız olarak gittiğim ilk yurtdışı seyahatiydi. Açıkçası çok zorlukla karşılaşmadım. Bu tip konularda tenzih edeceğim kendimi. Belki aklıma kötü bir şey getirmediğimden, pozitifliğimden veya yaşama Pollyanna gibi baktığımdan olsa gerek hiç ters bir şey gelmedi başıma. Ne korktum, ne kendimi çok yalnız hissetim. Ailem uzaktaydı, özlüyordum, her gün onlarla telefonda konuşuyordum ama onlardan uzak olmayı sorun haline getirmedim. Her sabah kalkıp, otobüse biniyor ve okuluma gidiyordum. Aile yanında kaldım. Hem Türk, hem yabancı arkadaşlar edindim. Ortam çok düzgündü. Okul, kampüs çok güzeldi. Çok fazla param yoktu. Ama öğrenci duygusuyla, amatör duyguyla açıkçası başıma en ufacık bir aksilik gelmedi. Sadece gidişte uçakla ilgili bir problem oldu. İsmim çıkmadı listede. Buradan New York’a uçtum. New York’tan Los Angeles’a uçacaktım. LA uçağında adım çıkmadı. New York’da beni misafir edip, yatırdılar. Aksilik olarak görmek isterseniz, bu söylenebilir. Ama benim için aksilik değildi bu. Hayatımda ilk defa  21 yaşımda New York’da 1 gece güzel bir otelde kaldım. Sokaklarda gezdim, dolaştım. Hani bu aksilikse, seveyim böyle aksiliği. İyi ki adım çıkmadı listede. Başıma gelen en kötü şey buydu.

Oraya gittiğinizde İngilizceniz orta seviye miydi?

Evet.

Bu konuda özellikle ilk dönemlerde sıkıntı yaşadınız mı?

İlk başlarda anlama ve anlaşma konusunda sıkıntım oldu. Amerika’da çok ciddi bir aksan sorunu var. Alışkın olmadığımız bir aksan ile konuşuyor insanlar. Bir de sokakta çalışan insanlar Amerikalı değil. İspanyol, İtalyan, Meksikalı, değişik ülkelerden göç etmiş insanlar.  Bir Meksikalıyı anlamakla, bir Amerikalıyı anlamak çok farklı.  Otobüs şoförlerinin dediğini bile anlamıyordum başlarda. Ama daha sonra yoluna girdi her şey. Zamanla alıştım. Zorluk olsa da sonuçta çok önemli bir şey kazandığım için tatlı bir zorluktu.

Yurtdışında edindiğiniz tecrübeler oyunculuğunuza nasıl bir katkı sağladı sizce?

Genellikle kendi toprağımdan insan figürleri oynadığım için, oradaki gözlemlerimin oyunculuğuma nasıl bir katkısı olduğunu bilmiyorum açıkçası. Ama döndüğümde çok enerjik olduğumu hatırlıyorum. Kendime güvenim artmıştı. Tek başına bir iş başarmanın duygusu gelmişti üstüme. Kazandığım o güven duygusu hataya bakış açımı değiştirmiştir mutlaka, dolayısıyla oyunculuğuma da etkisi olmuştur.

Fırsatınız olsa tekrar yurtdışında bir eğitim almak ister miydiniz?

Kesinlikle isterim.

Hangi konuda?

Her konuda. Ben bir eğitim açgözlüsüyüm. Her konuda eğitim alabilirim. Öğrenmekten asla sıkılmam. Hayatımı adarım. Dans olabilir bu, bir şey çalmak olabilir. Şarkı söylemeyi seviyorum. İspanyolca öğrenmek istiyorum. Hepsi olabilir. Öğrenmenin sınırı yok. Ben hayatımın sonuna kadar öğrenci olarak kalacağım. Hiç yorulmayacağım. Yeni şeyler öğrenmeye bayılırım.

Önce hangisinden başlamak isterdiniz?

En yakın olarak İspanyolca öğrenmek istiyorum. Ceran diye bir dil okulu var. Merkezi Belçika’da. Ama İngiltere ve İspanya’da da şubeleri var. Fırsat bulursam Madrid’deki okuluna gitmek gibi bir hayalim var.

İspanyolca öğrenmek istemenizin belli bir nedeni var mı?

Çok beğendiğim bir dil. Ayrıca sinemasını sevdiğim bir ülke. Yönetmenlerine ve oyuncularına olan hayranlığım da bu isteğimi destekliyor. Bir de festivallere gittiğim zaman tanıştığım insanlar, tip olarak İspanyolları andırdığım için bu dili konuşuyor olmamın oyunculuğuma faydalı olacağını söylüyorlar.

Klasik bir Hollywood filminde rol almak ister miydiniz?

Böyle bir teklif gelirse değerlendiririm tabii. Ama Amerikan sinemasına çok yakın hissetmiyorum kendimi. O cilalı, parlak, herkesin ve her şeyin çok güzel, bütün hayatların şahane olduğu filmler çok bana göre değil. Ben biraz daha bağımsız yapımları, biraz daha kendi içinde özerk olan, derdi olan, bir politikası olan yapımları seviyorum. Dolayısıyla Avrupa sinemasını kendime daha yakın buluyorum. Hollywood’da da bağımsız yapımlar var.

Geleceğe yönelik planlarınızda uluslar arası projelerde yer almak var mı?

Tabii. Uluslar arası projelerde yer almayı çok isterim. Zaten bunun için bir takım çalışmalarımız var. Gittiğimiz festivallerde kurduğumuz bağlantılar var.  Ben Türk sinemasını dünyaya açılmak üzere, bir bağ olarak görüyorum. Yurtdışında bizim hakkımızda duyulan önyargıyı kırmak üzere bir araç olarak görüyorum. Bunu da kendi ülkemdeki insanlarla yapmaktan gurur duyuyorum. Buradan dışarıya açılmak beni her zaman daha fazla mutlu eder. Ben bunu yaşadım. Mutluluk filmi dünya festivallerinde yarışırken,  o festivallere gittim.  Oralarda hiç tanımadığım insanların  “Böyle bir filmle Türkiye’den geldiniz ve yüreğimize dokundunuz.” demesi benim için çok daha önemli. Sinema bir araçtır. Kendimizi ifade etme şeklimizdir. Ne kadar ilerlersek, o kadar iyi.

Çok hareketli, cesur bir görüntünüz var? Yurtdışında çılgınca şeyler yaptınız mı hiç? Mesela Bungee Jumping gibi?

7-8 arkadaş, araba kiralayıp Las Vegas’a gitmiştik. Orada bir otel vardı. Şırınga gibiydi şekli. Onun en üst katında Big Shot diye bir şey vardı. Sizi oturduğunuz yerden koltukla beraber 30-40 metre yukarıya fırlatıyordu. Korkunç bir şey. “Asla yapmam.” dedim. Ama arkadaşlarım çok ısrar edince denedim. İnanılmaz bir şeydi. Yaptım, bir daha yaptım arkasından. Bungee jumping’in tam tersi aslında. Ama sanırım daha keyiflisi. En çılgın deneyimim buydu.

Oyuncu olarak en büyük hedefiniz nedir? 

Oyuncu olarak en büyük hedefim, hayatım boyunca sinema filmi yapmak. Daha fazlasında hiçbir şekilde gözüm yok. Çok güzel roller oynamak istiyorum. Her biri, diğerinden iyi olsun istiyorum. Sağlığım yerinde olduğu sürece en büyük idealim bu

Sinema tiyatrodan daha önemli sizin için sanırım.

Seçim yapmıyorum, ikisini de ayrı değerlendiriyorum. Tiyatroyu da çok seviyorum. Zaten ben tiyatro oyuncusuyum. Eğitimimi bu yönde aldım. Ama sinema ile başka bir bağım var.  O 25 metrelik perde beni çok etkiliyor, büyülüyor.

Sinema filminin mutfağını, o sahnelerin nasıl çekildiğini çok iyi bilmenize rağmen yine de aynı etki ile seyredebiliyor musunuz?

Film güzelse, beni içine katıyorsa, evet seyredebiliyorum. Ama katmıyorsa o büyü bozuluyor tabii. Bütün hatalarını görebiliyorum o zaman. Ama film iyiyse kendime “Saçmalama Özgü, bu sadece bir film.” diyecek kadar da kendimi kaptırabiliyorum.

Peki Özgü olarak en büyük hayaliniz nedir?

Bir çocuğum olsun istiyorum. Ama şart değil. Olmazsa da üzülmem açıkçası. Bazen hayat senin planladığın gibi gitmiyor. Çok sevdiğim bir laf vardır. “Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset!” diye. Bu yüzden planlarımdan bahsetmek istemiyorum. Ne zaman, ne olacağı belli olmuyor çünkü.

Son olarak yurtdışında eğitim almak isteyen gençlere tecrübelerinizden faydalanarak neler söylemek istersiniz ?

Bu yaşlarda ne söylersen söyle, bir kulaklarından giriyor, bir kulaklarından çıkıyor. Ben de öyleydim. Fakat insanın aklı sonradan geliyor. En azından yurtdışında geçirecekleri zamanı çok iyi değerlendirsinler derim. Korkmasınlar, cesur olsunlar. Yalnızlığa alışsınlar. Arkadaş edinmeye baksınlar. Kültürlere, farklılıklara takılmasınlar. Önyargılı yaklaşmasınlar. Her türlü fırsatı kendi lehlerine çevirmelerini tavsiye ederim. Bunlar benim yaşama dair kendi ipuçlarım.

HILLSIDER 49 / CENAN HARAÇCI

h49-kapak-yuksekSadece birbirinden orijinal, renkli ve enerji dolu sandalyelerden oluşan bir vitrin ilk defa görüyordum. Adres İstanbul’un çakıllı yollarında yürüyüp, Cenan Sandalye Sanatı isimli dükkanın önünde bakakalmıştım. Evet, aradığım yer burasıydı ama yine de şaşırdım. Önce mağazanın çevresinde bir tur attım, sonra elimde kahvemle güler yüzlü bir giriş yaptım. Onca sandalyenin arasından kaçamak bakışlarla hızlıca bir tanesini seçtim kendime, sonra başladık konuşmaya…   

Cenan Haraçcı: Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yer Ataköy. İlk, orta ve liseyi orada okudum. Sonra Marmara Üniversitesi İktisat bölümünü bitirdim. Üniversite bittikten sonra da Levent tarafına taşındım. Ataköylü olunca tabii denizle çok içli dışlıydık. O zamanlar Ataköy’den rahatlıkla denize giriliyordu. 11 yaşındayken Ataköy Deniz Külübü’nde yelkene, daha sonra da basket oynamaya başladım. Beşiktaş Kulübü’nde uzun bir zaman basket oynadıktan sonra hentbola geçtim.

İpek Kigan: Birbirinden farklı sporlar. Neden böyle bir geçiş yaptınız?

Basket oynarken o kadar çok faul alıyordum ki ilk yarıyı zar zor bitiyordum. Hentbolun biraz daha sertliğe müsaade etmesi ve çok sevdiğim arkadaşlarımın o dönem hentbol oynuyor olması sanırım benim bu spora yönelmemde etkili oldu. Ama hentbol oynamaya başladığımda hiç zorlanmadım. Salon sporlarına karşı yatkınlığım var. Üniversiteyi bitirip, askere gittikten sonra artık sporla profesyonelce uğraşamaz oldum. Tam o sıralarda da borsa yeni hareketlenmişti. Benim eğitimim ekonomi olduğu için menkul kıymetlerle ilgilenmek daha çok hoşuma gitti. Sonra bir arkadaşımın vasıtası ile kendi iş hayatıma başladım.

Ne iş yaptınız ilk olarak ?

Ortak bir arkadaşımla beraber Eskişehir’de kaplama fabrikası kurduk.

Neden kaplama fabrikası kurmak istediniz?

Arkadaşımın çok başarılı bir boru fabrikası vardı ve aynı zamandada değişik kollarda da iş yapıyordu. Birlikte sanayi alanında bir şeyler yapmak istedik. Ama her ikimizde, o iş sektöründen olmamamızın bütün zorluklarını 4-5 sene içerisinde gördük. Bir de fabrikanın Eskişehir’de olması işe hakimiyeti zorlaştırdı. Çünkü ikimiz de orada yaşamıyorduk. Genelde otelde kalıyorduk. Hafta başı gidip, Çarşamba veya Perşembe günü dönüyorduk. En sonunda da, 94-95 krizinde kur farkından dolayı zarar gördük ve ben 95 senesinde alan değiştirmeyi uygun buldum.

Sandalye sektörü mü oldu geçtiğiniz alan?

Hayır. Bu sefer kardeşimle beraber elbise askısı imalatı yapmaya karar verdik. En yakın arkadaşımlarından biri İpekYol’un sahibi Yalçın Ayaydın’dır. O zamanlar da  İtalya’ dan askı getiriyordu. Askıları görünce “ben bunu yaparım.” dedim. O da “yap, bizi de kurtar.” dedi. Sonra onun da desteği ile askı imalatına başladık. Tam o sıralarda Akmerkez açıldı. Akmerkez’de sanırım 30-40 tane mağazanın askılarını yaptık. Ama bir kere sattığımız yere bir daha askı satamıyorduk. O kadar sağlamlardıki; senelerce ne bozuluyorlar, ne kırılıyorlar. Bir de o yıllarda Akmerkez’in ardından uzun süre başka bir alışveriş merkezi de açılmadı. Bunun üzerine yavaş yavaş ürünleri çeşitlendirmeye doğru gittik. İlk önce ofis mobilyalarına başladık. Ardından sandalye imalatına girdik. Bar, restoran, otel gibi yerlere sandalyeler yaptık. Aslında böyle perakende satışı düşünmemiştik. Ama daha sonra üretemediğimiz sandalyelerin ithalatını yapmak istedik.

Sandalye üretimine ilk başladığınızda daha klasik, standart bir üretim hedeflediniz anladığım kadarıyla. Tasarım ağırlıklı değildi.

Evet. Ama sonra İtalya’daki son sistem makinaları öğrendik. Bu makinalardan getirerek, daha profesyonelce ve yaratıcı ürünler yapmaya başladık. Daha çok otellerin, mimarların, barların yahut büyük firmaların bize vermiş oldukları projeler için imal ediyoruz. Yapmadığımız ürünleri kopyalamak bize çok ters geliyor. Bu nedenle 7-8 firmanın da Türkiye mümessiliğini almış durumdayız. Onların da ürünlerini getiriyor ve en fazla satılan ürünlerin kimini katolog üzerinden mimarlara veya kullanıcılara gösteriyoruz, çok daha fazla gideceğine inandığımız ürünleri de mağazalarımızda sergiliyoruz.

Adres İstanbul’daki bu mağaza ilk mağazanız mı?

Hayır, ikinci mağazamız. İlk önce Darphane’de bir mağaza açtık.

Prestij mağazası gibi sanki burası.

Evet, bizde A+ müşteri mobilya konusunda genellikle gidecek yer bilemiyor. Nişantaşına gidip, ne bulursa alıyor. Oysa burası mobilya çarşısı. Özellikle yurtdışında çok ünlü bir marka olan Habitat’ın gelmesi çok iyi oldu.

Gelişmeleri, sandalye modasını, son teknoloji ürünlerini yakından takip edebilmek için sık sık yurtdışına fuarlara gitmeniz gerekiyor değil mi ?

Evet, senede 3-4 kere gidiyoruz. İşimizle ilgili sanayi gelişiminin takibi için makina fuarlarına gidiyoruz. O fuarlar genellikle İtalya ve Almanya’da oluyor. Mobilya ile ilgili olanlar içinse İtalya tam bir üs. Paris ve Londra’yı da takip etmek gerekiyor. Uzakdoğu hiç cezbetmiyor beni. Evimde kullanmadığım ürünü, dükkanıma da sokmuyorum.

Tasarım ürünler üretmek gibi bir planınız var mı ilerde?

Mobilya sektöründe olup da kendi tasarımcısıyla kendi markasıyla bir yerlere gelmek istemeyen kimse yoktur. Ama maalesef Türkiye’de bu konuda çok büyük bir tasarımcı yok. Olanlar da yurtdışına gidiyor.

Kardeşinizle birlikte sadece 2 ortak olarak mı devam ediyorsunuz?

Evet. Kardeşim olmasaydı tek başıma yapamazdım bu işi. Gerçekten çok yetenekli ve cabbardır. Hani küçükken radyoyu bozup, sonra tamir eden çocuklar vardır ya, benim kardeşim onlardan. Evdeki elektrik kablosundan, fabrikadaki havalandırmanın tesisatına kadar her şeyi bilir. Ben hala bir taraftan menkul kıymetlerle uğraştığım için, işteki esas yükü kardeşim çekiyor. Ben genellikle şirketin banka ve muhasebe işleriyle, kardeşim ise imalat ve satışla ilgileniyor.

Yakın veya uzak gelecekte yapmayı düşündüğünüz farklı projeler var mı?

Hayır. Şimdilik yakın gelecekteki planımız sadece alışveriş merkezlerinde mağaza açmak. Her sene bir mağaza. Daha sonra da İstanbul’dan çıkıp Ankara, İzmir ve diğer şehirlerdeki alışveriş merkezlerine doğru yavaş yavaş perakendeciliğe sarılmak lazım diye düşünüyorum.

Küçükken spor yapmışsınız. Şu anda hala devam ediyor musunuz spor yapmaya?

Haftada 4-5 kere Hillside Etiler’e gidiyorum. Herhalde 8 senedir üyeyim. İşime ve evime çok yakın. Spor yaparak günün stresini atabiliyor insan. Gittiğimde en az 2-2,5 saat spor yapıyorum.

Neler yapıyorsunuz Hillside’da?

3 sene önce Hillside’da düzenlenen bir basket turnuvasında tandonum kopana kadar haftada 2 gün kickbox yapıyordum. Sakatlandıktan kısa bir süre sonra şanssızlık eseri bana ders veren hoca da sakatlandı. O tekrar başlamayınca ben de kendimde o cesareti bulamadım. Şimdi sadece cardio ve ağırlık çalışıyorum. Yazın  yüzmeyi çok seviyorum, özellikle de Çeşme aşığıyım diyebilirim.

Deniz sporlarını seven ve Çeşme aşığı biri olarak sörf yapıyor musunuz?

Sörf yapmıyorum. Sörf, kayak tarzı sporları zamanında çok denedim ama eşyaları taşımak pek hoşuma gitmiyor artık. Bazen kayağa gidelim diye konuşuyoruz ama kayağı taşıma fikri bile beni yoruyor.

Çok sık gider misiniz Çeşmeye?

1994-2000 seneleri arasında yaz tatillerinde hep Marmaris’e giderdim. Ankaralı bir arkadaş grubumuz vardı, birlikte gidiyorduk ve gayet keyifliydi. Sonradan çok sevdiğimiz bir arkadaşımız orda trafik kazasında vefat edince artık Marmaris’e gidemez olduk. Sonra Çeşme furyası başladı. Ben de gittim ve gerçekten orayı çok sevdim. Çeşme’nin doğasında hareket var. Bir gün bir koyda, ertesi gün diğer bir koyda denize girebiliyorsun. O tatlı rüzgar insana sıcaklığı hissettirmiyor. Ama son 2 senedir çok kalabalık olmaya başladı.

Sinemayı sinemada mı izlemeyi tercih edersiniz? Yoksa DVD’ye mi takıldınız siz de.

Sinemadan çok hoşlanıyorum ve kesinlikle sinema salonunda izlemeyi seviyorum. Bir de benim en büyük hobilerimden biri Avrupa Yakası’nın çekimlerini seyretmek.

Avrupa Yakası’nın stüdyosuna nasıl girebiliryorsunuz?

Programın sponsorlarından biriyim. Yapımcıları Atilla Aslan ile Sinan Çetin de çok yakın arkadaşlarım. Tiyatro zevkimi oraya giderek tatmin ediyorum resmen.

Televizyonda çekimler çok keyifli geçiyor gibi gözüküyor. Gerçekten öyle mi?

Evet, herkes çok eğleniyor. Gülse çok büyük bir yetenek, insanın hayran olmaması imkansız. Bir insanın kendini iki gün kapatıp bu kadar yaratıcı bir şey yazması, bütün konuları birbirine bağlayarak en sonunda müthiş bir finalle bitirmesi herkesin harcı değil. Tabi orda inanılmaz bir kadro var. Hem kamera önünde, hem kamera arkasında. Stüdyoyu 1 günde çarşı, pazar veya hapishaneye çevirebiliyorlar. Uludağ konsepti yapılıyor, düğün konsepti yapılıyor. Hepsi aynı yerde oluyor. Her yer sürekli sökülüp, takılıyor.

Peki yurtdışı seyahatlerinizde tercihiniz nedir?

Aslında yurtdışını genellikle fuarlara gittiğimizde geziyorum. Yani özellikle tatil için yurtdışına gitmek gibi bir tercihim yok. Ben Türkiye’yi daha entresan buluyorum. Biri iş, biri tatil amaçlı iki kere Bankong, Tayvan, Puket taraflarına gittim. O zaman dergilerde ya da gazetelerde turizm cenneti olarak lanse ettikleri yerlerin, Kaş, Kalkan, Gökova’nın yanından bile geçmeyecek ucuz yerler olduğunu gördüm. Rize’ye arkadaşımın düğününe gittiğimde orada gördüğüm doğa güzelliği anlatmakla bitmez. Oksijenden zehirleniyorsunuz. Manzarayı görmek için tepeye çıktığımda heyecandan nefes almayı unuttum! Nutkum tutuldu derler ya, çok koşarsınız nefesiniz tıkanır ya, aynen öyle oldu. Bir süre nefes alamadım. İnanılmazdı. Bazen aklıma geliyor, keşke diyorum Karadeniz turu olsa da gitsek.

Aslında fırsat yaratsanız gidebilirsiniz tekrar…

Artık öyle oldu ki işe bile gidip gelirken yolda trafikten 1-1,5 saat kaybediyorsunuz. İstanbul gittikçe büyüyor, büyüdükçe de insan ayak uydurmaya çalışıyor. Bir sürü güzel arkadaşım var, artık ya yolda ya da cenazede rastlayabiliyorum. Artık İstanbul’un içinde Kemerburgaz bile uzun bir mesafe. Bütün arkadaşlarımın en büyük derdi trafik. Eskiden tam evimin önünden Eskişehir, fabrikanın önü 326 km. idi. Sabah 6’da evden çıkardım, 8.45 gibi fabrikada olurdum. Şimdi İkitelli fabrikaya 35 km yol gidiyorum, 1 saat 15 dakika. Onun için insan o kadar yoldan sonra hiçbir şey yapmak istemiyor. Hiçbir şeye zaman kalmıyor. Ne spor, ne sinema, ne seyahat. İnanın Hillside’a bile trafiğin durumuna göre gidiyorum. İnsanlar spora gelirken, benim sporum bitmiş oluyor. Makinalarda bile kalabalık çekilmiyor.

Trafik ve zaman yılgınlığından kurtulduğunuz zamanlar başka neler yapmaktan hoşlanıyorsunuz?

Hafta sonları Bebek Kahve’ye giderim. Orada arkadaşlarımla birbirimizi kızdırmak için tavla oynamak en büyük keyfim. Bir de koyu bir Fenerbahçe taraftarıyım. Eskiden Fenerbahçe maçlarına çok giderdim ama aynı trafik derdinden artık televizyondan izlemeyi tercih ediyorum.

HILLSIDER 48 / GÖKHAN AVCIOĞLU……… Mimar, gurme, gezgin!

h48-kapak-dusukGökhan Avcıoğlu: Mimarlık benim çocukluğumdan beri istediğim bir işti. Aslında ilkokul çağlarımda Akdeniz ve Ege bölgesindeki antik kentlere yaptığımız yolculuklar mimarlık aşkımın başlangıcı diyebilirim. Antik kentleri gezerken, o alanda eskiden yaşayan bir şehir olduğu öğrenmek beni çok etkilemişti. Sonra o yıkıntılardaki taşları kafamda legolar gibi birbirinin üzerine koyarak kentler hayal etmeye başladım. Tarihi yapılardaki zenginlik, camiler, medreseler, külliyelerin varlığı hayal etmemi geliştiriyordu. Tabii çocukken bu kadar farkında bir bilinçle değil de, biraz içgüdülerle bu işin içine girince, mimar olmadan çıkamadım. Üniversite sınavında 20 tercih hakkım olmasına rağmen sadece 7 tercih yaptım, hepsi de mimarlıktı. En son kendimi Selçuk Üniversitesi’nde buldum. Orada yaşamak Anadolu’yu, özellikle Doğu’yu tanımam için çok iyi oldu. Bu seyahatler ileride profesyonel olarak yapacağım mesleğin pratiklerine konsantre olmamı sağladı.

İpek Kigan: Okul bittiğinde kendinizi mesleki açıdan olmuş ve hazır hissediyor muydunuz?

Okulu 6 sene de bitirdim. Son iki sene Cengiz Bektaş’ın yanında staj yaptım. En az okul kadar o iki yıl içerisinde öğrendiklerim de etkili oldu diyebilirim. 30 yaşıma kadar kendimi zorlamadım. Bir telaş göstermedim. 90 yılında bir arkadaşımla beraber mimarlık bürosu kurduk. İlk işlerimizi, ilk binalarımızı yapmaya başladık. 94 yılında ise ortaklığımız bitti. O günden beri tek başıma devam ediyorum.

Neler yaptınız 94’den bu yana?

Çok bina yapmaktan ziyade, çok proje yapmayı, yavaş yavaş büyümeyi hedefledim. Bir de geriye dönüp baktığımda sağlam bir portfolyom olsun istedim. Memnun olmadığım bir yapı olmasın istedim.

Bugüne kadar bina inşası, Kadıköy meydanındaki tuvaletlerin yapılması, restoran, iç dekorasyon ve showroom gibi farklı farklı projeler yapmışsınız. Peki sizi en çok tatmin eden hangi tarz projeler oluyor?

Aslında hepsi. Ama hiç ortada yokken, yeryüzüne yepyeni bina koymak en güzeli. Tabii var olan bir yapı içerisinde, yeni bir hikaye yazmak da benim için ilginç. Ben yeni bir sayfa açan işleri tercih ediyorum.

Müşteri size geldiğinde, istedikleri aklınıza çok yatmazsa onu nasıl yönlendirirsiniz? 

Orada bir çelişki yaşıyoruz hep beraber. Doğal olarak gördüğümüz bir şeyi isteriz. Çoğu zaman müşterinin aklında bazı imajlar, bazı resimler vardır. Bunlar esasında fiziki fonksiyonlara uymasa da aslında orada çekici olanlar daha farklı şeylerdir. O noktada psikoanaliz yaparız beraber. Çünkü bir bina yapmaya başladığımız zaman, karar verdiğimizden binanın bitişine kadar minimum 1 yıl, bazen 6 yıl geçtiği oluyor. Hala inşa etmek için çok uzun zamanlar harcıyoruz. Dolayısıyla bu zamanı doğru kullanmamız lazım. Çünkü o süre geçtiğinde yaptığımızdan pişman olabiliriz ya da fikren başka bir yerde olabiliriz. Biraz geriden gelen hantal bir iş bu.

Bildiğim kadarıyla üniversitelerde ders veriyorsunuz.

Ben gezici bir hocayım. Önümüzdeki sene Paris’te Fransız öğrencilere ders vereceğim. Daha önce Amerika’da ve bir dönem de İTÜ’de verdim.

Keyif alıyor musunuz bu işten?

Evet. Çünkü öğretirken öğreniyorum. Aslında benim için laboratuar oluyor. Bir konuyu 20 tane öğrenci ile 20 değişik açıdan ele alıyoruz.

Amerika’da bir ofisiniz var. Yurtdışına nasıl ve ne zaman açıldınız?

Artık birçok yenilik ve düşünce Amerika’dan geliyor. Ayrıca çok güçlü bir ülke Amerika. Bütün dünyaya hakim olmak istiyor. 51 eyaletini 251 eyalet haline getirmeye çalışıyor. Bütün bunlar yüzünden Amerika’yı görüp, tanımak istedim.10 sene önce gittim ilk defa. Önce gelip gidiyordum, sonra tamamen o tarafa geçip, 3 sene boyunca orada kaldım. Şu anda Amerika’daki ofisimde çok büyük ölçekli projeler ve teoriler konusunda çalışıyoruz. Amerika’da bina inşa etmenin dışında, insan ilişkilerini inşa etme konusunda da çok bilgi var. Bu çok önemli. Önce müşteri ile aramızdaki ilişkiyi inşa etmemiz gerekir çünkü. Beraber yapmak istediklerimizi, niye böyle bir şeye ihtiyacı olduğu, bunu nasıl inşa edeceğimizi konuşuruz. Önce tasarımın tasarımını yaparız. Bunu yaptığımız zaman başarı şansımız çok yüksek olur.

Ayrıca tasarım ürünlerinin sergilendiği bir yere de ortak olduğunuzu duydum.

2000’li yıllarda yeni tasarım arayışları, yeni tasarım dalgaları için bir buluşma noktası oluşturmuştuk. Genelde küçük parçalar. Mobilyalar, küçük nesneler… Burada çok güzel tartışma ve tanıma olanakları yarattık. Ama artık devam etmiyor maalesef. O zamanlar ofisimiz yoktu. Mimarlık ofisimiz olunca showroom kapandı.

İş için bu kadar yolculuk ediyorsunuz. Peki zevk için seyahat etmesini sever misiniz?

Bayılırım.

Hoşunuza giden, yeni yerler keşfetmek mi?

Yeni yerler de görmek çok güzel, daha önce gördüğün yerleri görüp, bir daha başka bir tarafını fark etmek de güzel oluyor. Dünyanın çok önemli bir bölümünü gördük ama bitirmedik tabii. Daha göreceğimiz çook yer var.

Seyahat ederken mesleki olarak sizi tatmin edecek yerleri mi tercih edersiniz?

Hayır. Özellikle buna dikkat etmem. Ama gezip, görmek, bilgi toplamak beni besler. Gittiğim yerlerde mutlaka kütüphaneleri, kitapçıları, yeni hayatı anlatan trendy yerlerden tutun, en eski, en köklü, oranın karakterini veren en değişmez yerlere kadar hepsini gezerim. Çok ilginç sonuçlar veriyor insana.

En çok etkilendiğiniz şehir hangisi?

Sydney diyebilirim. İstanbul’un 1950’si ile 2020’si gibi bir şehir. Sydney, İstanbul’un 1950’si gibi şehrin içinden hemen denize girebildiğiniz, insanların gün içerisinde yüzmeye gidip, gelip tekrar çalışabildikleri bir yer. Ayrıca her türlü sebze –meyve yetişiyor. Dünyanın en iyi aşçıları Avustralya ve Yeni Zelanda’dan çıkıyor. Fakat çok uzak.

İstanbul’un 2020’si neden peki?

Rahatlık ve modernlik açısından. Oturmuş, kayıtlı ve rahat bir ekonomisi var. Büyük ve keşfedilmemiş bir kıta aslında. Birden bire çok doğal ve sağlıklı bir doğa başlıyor. Değişik hayvan nesilleri var. Avustralya gerçekten ilginç bir yer. Bir de Marakeş ilginç. Özellikle bir çöl şehri olarak çok hoş. Akdeniz şehirleri, Ege adaları da bambaşka bir atmosfere sahip. Okyanus adalarına da gittim. Orada doğa güzel ama bir eksik var. Her şey çok büyük mesela. Balıkları, hatta deniz yıldızları bile.

Tarih, mimarlık, gezmek, görmek…. Size mutlu eden başka ne var?

Aslında mimarlık ile ilgili bunlar. Mimarlığın içinde kültür var, bina var, yiyecek içecek var. Mesela yemek yeme ve içme kültürleri ile ilgili her şey ilgimi çeker. Özel baharatlar, bitkiler, yeni tatlar, saklama teknikleri, pişirme teknikleri… hepsi ile ilgilenirim.

Uyguluyor musunuz peki öğrendiğiniz pişirme tekniklerini?

Eşim uyguluyor, ben daha ziyade kritik yapıyorum. Bu yüzden de restoran projesi yapmayı severim.

Değişik lezzetleri tatmaya açıksınız o zaman?

Evet, ama en değişik lezzetleri askerde tattığımı söyleyebilirim. Komanda değildim ama onları yöneten bir harekat merkezinde görev yaptım. Komandoların getirdiği hediyeleri yiyorduk beraber.

Merak edip mi yediniz, yoksa askersiniz diye mecbur mu kaldınız?

Onların nasıl bir hayat geçirdiğini anlamak istedim. Çok medeni bir ortamda yaşıyoruz ama sıfır noktasına hatta sıfırın altına indiğimiz zamanlar için de kendimizi hazırlamamız lazım. Zorda kalınca neler yiyebileceğini anlamak lazım.

Neler yenebiliyormuş?

Her şey. Çiğneyebildiğimiz ve midemizin eritebildiği her şey yenebilir.

Kitaplar…?

Gerçek yaşam öyküleri, biyografiler, otobiyografiler, araştırma ve teknik kitaplar okumak en çok hoşlandığım türler. Kurmaca romanları çok sevmem. Aynı şekilde sinemada da bu şekildedir. Mesela bildiğim bir tarihi karakteri anlatan film ilgilimi çeker, çünkü orada bir gerçeklik vardır.

Gördüğünüz bir şeyi not etmek veya çizmek için yanınızda kağıt–kalemle mi dolaşırsınız?

Orada bir çelişki yaşıyorum. Bazen not alıyorum ama bazen de yaratıcı unutkanlık dediğimiz özelliği kullanıyorum.

Şu anda İstinye Park içinde açılacak olan Hillside City Club’ın mimarlığını yapıyorsunuz. Sporla aranız  nasıl?

Futbol, basketbol ve kondisyon sporları yaptım bugüne kadar. Arada devam etmeye çalışıyorum. Takım oyunları daha çok keyif aldığım sporlar. Ama spor yapmak disiplin istiyor. Bu konuda çok tutarlı değilim.

Sürekli spor yapan biri olmanız bir spor merkezi yaratırken ihtiyaçları daha iyi anlayabilmeniz için avantaj olmaz mıydı? Bu konuda zorlanıyor musunuz?

Avantaj olurdu tabii ama Hillside City Club sadece bir spor alanı değil, bir buluşma alanı. İnsanların spor yaparken beraber bir şeyler keşfettikleri, paylaştıkları, birbirlerindeki değişimleri, gelişmeleri gözlemledikleri ve birbirlerine aktardıkları bir yer. Spor kulüplerinden farkı burada Hillside’ın. Dolayısıyla Hillside kendisiyle, çevresiyle, vücuduyla, aklıyla ilgilenmek isteyen insanlara ulaşmayı hedefleyen bir kurum. Sloganı gibi, üzerinde durduğumuz şeylerden bir tanesi insanların kendilerini rahat, keyifli ve iyi hissedecekleri alanlar yaratmak ki; bu da zaten mimarlığın da amaçlarından bir tanesi.

Size bir özgürlük tanınsa, dünyanın bir yerinde hiçbir kurala bağlı kalmadan bir bina inşa et deseler…

Yapamam. Bir oyunun kurallarını yazmadan bir oyun oluşturmak çok zor. Saçmalama olur.

Ben sorumu tamamlamadım ama. Böyle bir özgürlüğünüz olsa daha sanatsal bir yapı mı çıkardı ortaya?

Benim için bunu çok cevaplamak çok zor. Bina yapmak çok masraflı ve zahmetli bir iş. Buna değecek unsurlar olması lazım. Böyle keyfekeder konular beni yeterince heyecanlandırmıyor. Onu sanatçılara bırakıyorum. Bunun için bana daha somut şeyler söylemeniz lazım. Mesela evsizler için bir proje yapmak, şehir merkezinde bir tuvalet yapmak gibi. Bunları gerçekten anlamlı bir şeye dönüştürebilmek mimarlık.

Gelecekte yapmayı arzu ettiğiniz ne var?

Şu anda en çok yapmak istediğim şeylerden birisi 15.000 veya 25.000 kişilik şehirler yapmak. Sanki adım adım ona doğru gidiyorum. Bir gün yapacağım. Bir de mimarlık okulu var aklımda. Ama tabii o da çok büyük para. Benim projelerim çok büyük paradır. Sormayın daha iyi yani.