HILLSIDER 63 / NEFES NEFESE …TANER DAMCI

H63-kapak-SON SONBedenin nasıl programlanabileceğini, başarmak istedikten ve inançla çalıştıktan sonra her şeyi yapabileceğini bir doktorun üstellik bir profesörün ağzından duymak çok etkiliyor insanı. İyi geliyor. Güç veriyor. ‘ İmkansız’ söylemleriyle kısıtladığımız sonsuz seçeneklerle dolu dünyayı açıveriyor birden. İstediğine ulaşabilme inancını arttırıyor. Bedeninle dost olursan, ona iyi bakarsan sunabileceği sınırsızlığı düşündürtüyor…

Taner Damcı ile konuşurken böyle hissettim.  O bir doktor.  Okumayı sevdiği, teoriye meraklı olduğu ve birbiri içine geçmiş holistik sistemler ilgisini çektiği için Endokrinoloji Metobolizma ve Diyabet dalını seçmiş uzmanlık alanı olarak. Sporla, doğa ile hep iç içe olmuş. Yeşillerle bezenmiş bir çocukluk yaşamış. Yüksekte, hırçın Karadeniz’e karşı… Merakla yoğrulmuş, doğanın gizemiyle sarmalanmış… Dağlarla haşır neşir olmuş önce. Türkiye’de çıkmadığı dağ kalmamış. Sonra bir gün Eurosport’ta bir ultra maraton olan Maraton Des Sables’i (Kum Maratonu) seyretmiş ve çöllere inmiş. 6 gün süren 250 km’lik bu koşulara hazırlamış kendini günlerce, aylarca… Dünyanın 3 büyük ultra maratonuna katılıp hepsini de bitirmiş, yaşam maratonuna devam ederken bir yandan…

Taner Damcı  gücün, dayanıklılığın, inancın, sabrın, çalışmanın, sürekliliğin harika bir ipekkigan 1örneği bence…

‘O yolculuklarda hep dağlarda yalnız dolaştığımı hayal ederdim. Hava olaylarına da bayılırdım. Evin balkonundan, annemin itirazlarına rağmen Karadeniz’i coşturan karayel fırtınasını seyretmeyi severdim. Hatta ortaokulda bahçeye ilkel bir meteoroloji istasyonu kurup hava tahminleri yapmaya başlamıştım. ‘

1964 yılında Zonguldak’ta doğmuş, gençlik yıllarınızı orada geçirmişsiniz. Sizin Zonguldak’ınız nasıl bir yerdi? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz ?

O zamanlar Zonguldak, ülke çapındaki değeri bugünkünden daha yüksek ve devletin çok yatırım yaptığı bir yerdi. Kömür madeni değerli ve stratejik bir zenginlikti. Babam kömür işletmelerinde doktordu. Bu işletme o dönemde Türkiye’nin en büyük kamu kuruluşuydu. Yalnızca işçi sayısı 50.000 civarındaydı. Fransızlar kendi kontrollerindeki kömür işletmelerini devlete devredip, çekilince doğası harika bu kentte yarattıkları çok güzel yaşam alanları herkesin kullandığı lojman ve sosyal alan haline dönüşmüştü. Benim çocukluğum da kömür işletmelerinin en güzel lojmanlarından birinde geçti. İki katlı, meyve ağaçlarının olduğu büyük bir bahçe içinde ve denizin hemen üstündeydi evimiz. Burnun ucunda beyaz ve geceleri camdan  giren ışığına bakarak uyuduğum büyük bir deniz feneri vardı. Fırtınalı havalarda camlara denizin suyu gelirdi. Hepsi eve birkaç yüz metre mesafede tenis kortları, çocuk parkı, stadyum ve atletizm pisti, kapalı spor salonu, plaj, okuduğum ilkokul, daha sonra gittiğim TED Zonguldak Koleji ve kenti çevreleyen ormanlar vardı. Neredeyse sınırsız bir güvenlik hissi ve bu olanaklar içinde çok şanslı bir çocukluk geçirdim. Başarılı bir öğrenciydim. Ancak spor her zaman yaşamımda başroldeydi. Lisanslı tenisçi ve basketbolcuydum. Teniste derecelerim vardı. Doğayı da keşfetmiştim çocukluk yıllarımda. Örneğin kar yağdığında kentin çevresindeki ormanlarda genellikle tek başıma gezmeyi çok severdim. Ben hala çocukluğumdaki Zonguldak’a tutkuyla bağlıyımdır. Bizim ve bizden önceki neslin tüm Zonguldaklılar’ında vardır bu duygu.

Karadeniz’de geniş aileler olur genellikle… Siz de kalabalık bir aileye mi sahiptiniz?

5 kişilik çekirdek aile şeklinde yaşıyorduk. Annem ev hanımıydı. İki ablam vardı. Ablamlardan biri doktor oldu, diğeri ise tiyatroyu seçti.

Üniversite’ye kadar yaşadığınız bu dönemin başrol oyuncularını ve unutulmaz sahnelerini anlatabilir misiniz ?

Başrol oyuncuları klasik olduğu üzere annem ve babamdı. Babam aynı zamanda gezgin ruhlu bir insandı. 1970’lı yıllarda ailece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, o zamanlar turistik değeri anlaşılamamış bölgelerde uzun yolculuklar yapardık. Kasabalarda kalırdık. Yaz tatillerimizi böyle geçirirdik. Bunun benim bugünkü  yaşamımı çok etkilediğini düşünürüm. O yolculuklarda hep dağlarda yalnız dolaştığımı hayal ederdim. Aklımda kalan başka bir yönüm de hala devam eden harita tutkumdu. Bir haritanın başında saatler geçirdiğim ve haritayla uyuduğum olurdu. Hava olaylarına da bayılırdım. Evin balkonundan, annemin itirazlarına rağmen Karadeniz’i coşturan karayel fırtınasını seyretmeyi severdim. Hatta ortaokulda bahçeye ilkel bir meteoroloji istasyonu kurup hava tahminleri yapmaya başlamıştım.

‘Hekimlik  aslında mutluluk ve insanın canını acıtan gerçeklerle apansız karşılaşmalarla seyreden ve dalgalanan ruh durumlarına insanı alıştıran bir meslek.’

Doktor olmayı neden seçtiniz? 

Babamın zamanında hekimler bugünkünden çok daha fazla saygı görürlerdi. Sanırım bu beni etkiledi. Daha sonra ablam Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne girdi. Ortaokul ve lisedeyken onun Tıp Fakültesi ders kitaplarını okumak çok hoşuma giderdi. Daha sonra ben de İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazandım. Doktorluk bence dünyanın en özel mesleği. Dünyanın her köşesinde bu işi yapabilirsiniz ve farklı bir saygınlığınız var. Anadolu’daki bir köy kahvesinde, çöldeki birine işinizi söylediğinizde veya bir ülkenin sınır kapısında pasaportunuzu gösterdiğinizde hep pozitif bir algı yaratan başka bir meslek olduğunu sanmıyorum. Nesnesi insan olduğu için insanın olduğu yerde tıp da olacaktır.  Bu anlamda kendimi özel hissediyorum.

Uzun eğitim sürecinde hiç ‘Vazgeçtim ben bu işten!’ dediğiniz oldu mu?

Hayır olmadı. Ailemde doktorlar olduğu için zorlukları biliyordum ve sanırım hazırlıklıydım. Ama geçirdiğim en zor zamanlar Cerrahpaşa’da İç Hastalıkları asistanıyken arka arkaya tutulan nöbetler, maddi zorluklar ve gelecekte nasıl bir yol çizeceğimin belirli olmaması sebebiyle hissettiklerimdi.

‘Yavaş ilerlemenin veya başka deyişle “bebek adımları”nın gücüne inanırım. Bence başarının temel sırlarından biri budur.’

İnsanların ümidi olmak, bilinmeyenlerini bilinir kılmak, ömürlerine ömür ve sağlık katabilmek nasıl bir güç duygusu yaşatıyor insana? Bu meslekte sizi en mutlu eden ‘An’lar hangileri?

ipekkigan 2Bu elbette müthiş bir duygu. İnsanların sağlığına katkıda bulunmak, bir insanın ağrısını dindirmek ve ona ümit vermek olağanüstü. Hekimlik aslında mutluluk ve insanın canını acıtan gerçeklerle apansız karşılaşmalarla seyreden ve dalgalanan ruh durumlarına insanı alıştıran bir meslek. Acıların içinden bile küçük mutluluklar çıkartmayı öğrenebiliyorsunuz. Mesela çok kısa ömrü kalmış bir insanın yaşamını birkaç saat uzatabilmek veya ağrısını azaltmak bile insanı mutlu edebiliyor.

Aslında tıp eğitimi ve sonrasında profesörlüğe giden yol uzun yıllar süren bir maraton, tıpkı sizin koştuğunuz maratonlar gibi güç, sabır ve dayanıklılık istiyor. Neden zor olanı, sizi zorlayan şeyleri tercih ediyorsunuz?

Planlı olmayı ve strateji yapmayı seviyorum. Böylece en zor gibi görünen şeylerin başarılabileceğine inanıyorum. İnsanın sınırları sonsuz aslında, yeter ki; bedenimizi ve beynimizi tanıyalım ve ondan ne isteyebileceğimizi bilelim.

Vücudun çalışma şeklini en ince ayrıntısıyla bilmek maraton koşarken size nasıl fayda sağlıyor? Bunun avantajlarını nasıl kullanıyorsunuz?

Maraton ve özellikle ultramaraton insanın bedensel ve zihinsel olarak sınırlarını zorlayan aktiviteler. Burada beynin ve bedenin verdiği mesajları anlamak, algılamak ve buna göre strateji belirlemek bir avantaj. Mesela vücudunda  tuz oranının azaldığını anlamak, ne kadar su içeceğini saptamak bir hekim için daha kolaydır diye düşünüyorum. Ayrıca ultramaratonlarda ayak bakımı da önemli bir konudur. Diyabetli hastaların ayaklarından bu konuda deneyimliyim ve bu bilgileri çöllerde çok kullandım.

Üniversite yıllarında dağcılık sporunu yapmaya başlamışsınız ve sanırım hala yapıyorsunuz?

Evet. Türkiyedeki hemen tüm dağlara tırmandım. İran ve Avrupa’da da tırmanışlar yaptım.

Zirvede olmak mı, yoksa zirveye çıkana kadar geçen zaman mı esas keyfi veren?

Yol sanırım benim için daha önemli ve değerli. Çok defa zirveye belki 50 metre kala hava bozduğu için geri dönmek zorunda kaldığım olmuştur. Bunu hiçbir zaman bir başarısızlık olarak kabul etmedim. Orada olmaktan mutlu oldum. Sanırım ben en çok doğada insanın fiziksel güçsüzlüğüne ve küçüklüğüne rağmen aklını kullanarak var olabilmesini seviyorum.

Bu kadar yoğun çalışırken ve bulduğunuz boş zamanlarda dağlara tırmanırken maraton koşmak nereden aklınıza geldi?

Dağlara tırmanırken ve diğer sporları yaparken dayanıklılığımın benim avantajlarımdan biri olduğunu fark ettim. Bu hem bedensel ve hem zihinsel bir dayanıklılıktı. Yapı olarak çok şeyi biraz yapmaktansa,  az şeyi iyi yapmayı tercih edenlerdenim. Acaba maraton koşabilir miyim diye düşündüm. Böyle başladı. İlk olarak Avrasya Maratonu koştum. Fazla hazırlanmadan rahatça bitirdim maratonu.  Bundan sonra önümde farklı bir pencerenin açılabileceğini hissettim ve öyle de oldu.

‘Fiziksel taktikler olarak; araziye göre hızı ayarlamak, sıcaklığa ve günün saatine göre koşu hızını belirlemek, farklı açılarla basmak, doğru zamanda yiyecek ve su tüketmek sayılabilir. Zihinsel olarak ise; hep yakını hedeflemek, düşünce kontrolü ve düşüncelerin dağıtılması. Örneğin koşunun başında asla ne kadar kaldı diye düşünmemeye çalışırım. ‘

İnsan sınırlarını zorlayan, dudak uçuklatan ultra maratonun özellikleri nedir?

Standard maratonların üzerinde bir mesafede koşulan yarışlara ultra maraton denir. Bunun uzunluğu ve zorluğu değişken olur. Örneğin çöl maratonları genelde 6 etapta koşulan 250 km’lik yarışlardır. Bu 6 gün sırasında kullanılacak yiyecek de dahil tüm malzeme ortalama 10 kg civarında bir sırt çantasında taşınır. Ayrıca bu maratonların 80-100 km civarında olan uzun etabı vardır ki; esas zorluk bunu bitirmektir. Ultra maratonlar ayrıca fiziksel koşulların da zor olduğu ortamlarda koşulur. Örneğin çöl, bataklık, dağ maratonları gibi…

Dağlardan çöllere indiniz. Benim öğrenebildiğim Sahra, Atacama ve Gobi Ultra Maratonları’na katılıp, hepsini de bitirmişsiniz.  Bunlardan sizi en zorlayanı hangisiydi?

ipekkigan 3Bunların hepsi 250 km. civarında ve 6 etaplık yarışlardı. Hepsini de yaklaşık ilk % 40’lık bir dilim içinde bitirdim. Sahra benim ilk maratonumdu. 700 kişilik büyük bir grup içinde koştum. Üçü arasında bana göre en kolayı olmasına rağmen, deneyimsizlik sebebiyle zorlandım. Şili’deki Atacama Ultra Maratonu olağanüstü doğal bir dekor içinde geçti. Koşarken bir tarafta 7.000 mt.’lik And zirveleri harika bir güzellik katıyordu. Çöl tabanı denizden 2.500-3.000 mt. yüksekteydi ve nefes almayı zorlaştırıyordu. Ayrıca geceleri hava sıcaklığı      -10 dereceye kadar düşüyordu. Gobi ise çok sıcaktı ve deniz seviyesinin 150 mt. altında olması sıcak baskısını artırıyordu. Orada da sıcaktan çok zorlandım. Hepsi ayrı ayrı zorladı ama hepsi de birbirinden güzel ve farklıydı. Ölüme en yakın hissettiğim anlar; Atacama’da yolumu kaybedip bir nehirde sürüklendiğim ve Gobi’de sıcaktan öleceğimi zannettiğim anlardı.

Günlerce ve her gün saatlerce, aşırı sıcağın altında, kumların ağırlığında sizi koşturan duygu nasıl bir şey? Hangi duygunun peşinden çöllere gidiyorsunuz?

Bunun anlatılabileceğini sanmam. İnsana kendi bedenini tam olarak kontrol edebilme duygusu vermesi belki de bir tanesi. Çok az insanın yapabileceği bir şeyi yapmak, takdir edilmek bir başkası. Belki sonuna kadar zorlayıp ve tükenip tekrar doğmak gibi bir şey de olabilir. Küllerinden doğmak gibi mesela. Günlük ve sahte değer yargılarıyla dolu yaşamımızın her şeyinden uzaklaşıp zihnimizi sıfırlamak veya hepsi veya hiçbiri…

‘Yalnız çöl değil doğa böyle bir şey. İnsanın kendisini bedeni, ruhu ve aklıyla çıplak olarak görebilmesini sağlıyor.’

Gücünüzün tükendiği noktada size devam etme gücü veren ne oluyor?

Gücün tükendiği veya tükenmeye yaklaştığı noktada mutlaka durmak gerekir. Durup dinlenip tekrar strateji yapmak gerekir. Tükenme aslında daha çok fiziksel değil psikolojik boyutta oluyor. Sakin düşünme ve yeni bir planla tekrar motive olunabiliyor. Kontrol noktalarında 15 dakikalık bir uyku bile insanı canlandırabiliyor. Atacama Maratonu’nda uzun etapta sanırım 70inci km.ler civarında gece 01.00 sularında gücümün tükendiğini hissettim. Hava sıcaklığı herhalde -10 a yakındı. Ne bir adım atacak halim var, ne de etrafta herhangi bir kimse… Çantamdan uyku tulumunu çıkarıp çöle serdim ve içine girip hemen uyudum. 1-1.5 saat sonra uyandığımda bıçak gibi bir soğuk yüzümü kesiyordu. Yıldızlar elle tutulacak gibi yakın görünüyordu. Ben de kendimi çok iyi hissediyordum. İlk başta öldüm ve cennetteyim sandım, sonra kalkıp etabı bitirdim.

Çölde koşmak, o sonsuz sarının içinde kalmak, sadece nefes sesinde var olmak nasıl bir his?

Çöl inanılmaz güzel bir yer. İlk maratonumdan sonra bende çöl tutkusu oluştu ve maraton dışında da birkaç defa çöle tatile gittim. Boşluk duygusu insanın kendine ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu hissettiriyor. Bu önemsizlik ve küçüklük duygusu ise yapay değer yargıları, takıntılar, korkular gibi günlük yaşamda beynimizi tutsak eden zincirlerden kurtulmamızı sağlıyor. Çünkü bu duygular kendimiz ve dünyanın geri kalan kısmı arasında çektiğimiz keskin sınırların ve kendimizin dış dünyada nasıl algılandığına ve bunun sonucu dış dünyadan gelebilecek olası tepkilere dair endişelerimizin ürünü.  Yalnız çöl değil, doğa böyle bir şey. İnsanın kendisini bedeni ruhu ve aklıyla çıplak olarak görebilmesini sağlıyor.

Hiç maratonun ortasında ‘ Ne işim var benim burada?’ dediğiniz oldu mu?

Bunu demekten hep korktum çünkü bunu dediği anda insanın kendisini devam etmeye ikna etmesi çok zor olur. Birkaç an dışında bunu düşünmemeye çalıştım.

Kumda koşmak çok zordur. Kumda maraton koşmayı, üstelik 6 gün ve gece boyunca koşmayı düşünemiyorum bile!  Bu maratonlara nasıl hazırlanıyorsunuz?

Organizmada bir kural vardır, kaslar arasında bilgi transferi olmaması. Bu şu demek; maraton koşmaya yüzerek hazırlanamazsınız veya sadece koşarak futbol antrenmanı yapamazsınız. O yüzden koşmanın antrenmanı büyük ölçüde koşmaktır. Kumda koşmak içinse yine en iyi antrenman benzer bir zeminde yapılır. Sıcak adaptasyonu için de aynı şey geçerli. Tam olarak çöl koşullarını taklit eden ortam Türkiye’de olmadığı için hazırlanma noktasında eksiklikler oluyor tabi. Ayrıca yoğun bir iş yaşamımın olması da beni zorluyor. Fazla antrenman yapmak da hem fiziksel hem de psikolojik performansı olumsuz etkileyebiliyor. Bu dengeyi insan zamanla öğreniyor. İlk ultra öncesi fazla antrenmanla sakatlanmıştım, az kalsın maratona gidemiyordum.

Bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Türkiye’nin ilk ultra maratonu Likya Ultra Maratonu’nu siz organize ediyorsunuz. Hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Likya Yolu maratonu bir gece yorgun argın çölde uyumaya çalışırken aklıma geldi. Dedim ki; bu kadar çok sayıda insan dünyanın değişik yerlerinde işini gücünü bırakıp ultra maraton koşuyorsa ve bazı maratonlar için ancak birkaç sene sonraya kayıt yaptırabiliyorlarsa Türkiye’de neden olmasın. Üstelik Likya Yolu gibi olağanüstü bir tarihi ve doğal dekor varken. Daha sonra Argos’un sahibi sınıf arkadaşım Gökşin Ilıcalı ile bir araya geldik, uzun bir hazırlık ve bin türlü zorlukların ardından ilkini geçen yıl düzenledik. Harika oldu bana göre, tohum tuttu. Orada koşan Türklerden ikisi bu yıl Gobi Maratonu’na gidiyor. Ben de çok gurur duyuyorum. Bu yıl ikincisi yapılacak ve her sene büyüyerek gidecek.

20 Nisan’da İstanbul’da başlayan İpek Yolu Ultra Maratonu’na katıldınız mı?

Bu bir maraton veya yarış değil bir koşuydu. 4 kişi İstanbul Sultanahmet Meydanı’ndan koşmaya başlayıp 5 ay sonra Çin’de bitirecekler. Bu koşuculardan ikisi benim önceki ultra maratonlardan arkadaşlarım. Ben de organizasyonun Türkiye temsilcisi oldum. Lojistik konularda yardımcı oldum. İş yoğunluğu dolayısıyla koşamadım ama aklım da çok kaldı. İlk gün aralarında Hillside City Club üyelerinin de olduğu pek çok Türk koşucu onlarla koştu. Bence unutamayacakları bir anı olmuştur.

‘Performans sporcularının bir amacı vardır. Her seferinde daha zoru yapmayı hedeflemek’ demişsiniz. Bundan sonraki hedefiniz nedir? Daha zoru ne olabilir?

Bu aslında insanın ve insanlığın özelliği… Daha zor, daha da ileri… Kıtaların keşfi, insanlığın ilerlemesi hep bu düşüncenin ürünü. Doğa sporcularında bu daha somut olarak ortaya çıkıyor. Benim hedefim ise davet aldığım “Last Desert” (Son Çöl) Antarktika Ultra Maratonu’nu koşmak. Tabii şimdilik!

Doğanın bir parçası olmak, bunu iliklerine kadar hissetmek sizi nasıl değiştirdi? Eski Taner Damcı hayata nereden bakardı, şimdi nereden bakıyor?

Fiziksel ve psikolojik kapasitemin farkında olmak bir güç aslında. Tepki kontrolü, öfke kontrolü, hayal kırıklığı ile mücadele gibi konularda önemli ilerlemeler sağladığını düşünüyorum. Belki de bunlar yaşlanma sürecimin doğal sonucudur ama ben yine de olumlu katkısı olduğunu düşünüyorum. Değer yargılarımı belirleme ve başkalarının değer yargılarını anlayabilme yeteneğim de artmış gibi geliyor. Ama yine de insan insandır, güçlü ve zayıf taraflarıyla değişmez bir yanı da vardır.