HILLSIDER 25 / ZEYNEP PAKEL

Sıradan bir Pazartesi akşamıydı. Bağdat Caddesi’ni kesen karanlık sokakta, arabama hırsız girdikten az sonra, o korkunç köprü trafiğini tahmin edebileceğiniz ruh hali ile geçip, Bebek’e gelmiştim. Bir süre de çiseleyen yağmurun altında yürüyüp, en nihayet Zeynep Pakel’in  evine vardım. Demir bir bahçe kapısından geçip, kaç basamak olduğunu sayamadığım beton medivenlerden çıkmaya başladım. Karanlıklar içinde kalan meyva ağaçlarını ve üzerine sonbahar yaprakları dökülmüş havuzu geçtikten sonra beni kapıda bekleyen çok hoş bir kadın ile karşılaştım. Güler yüzünden mi yoksa kalbinin güzelliğinden midir bilinmez her taraf aydınlandı. Soğukta yürümekten üşümüş içimi ısıtmak için, hemen bir fincan çay yaptı…

İpek Kigan: Bildigim kadarıyla çocuklarınız Ingiltere`de okuyor. Kaç yaşındalar?

Zeynep Pakel: Oğlum 14, kızım 12 yaşında.

İ.K: 2 yaş arayla çocuk sahibi olmak sizi zorlamadı mı? Düşününce bana kabus gibi geliyor da…

Z.P: Zorlamaz olur mu? Bir kere insan çok yoruluyor. Daha toparlanmadan bir daha hamile kalıyorsunuz. Bayağı yorucu. Senelerce uykusuz kalıyor, senelerce bebek maması pişiriyorsunuz. Aklınıza gelen bütün sorunlar ikiyle çarpılıyor. Ama sonra da rahat ediyorsunuz. Ayrıca çocuklar için aralarında az yaş farkı olması daha güzel galiba. Beraber oynuyorlar, çalışıyorlar, beraber kavga ediyorlar. Birbirlerine arkadaş oluyorlar.

Çaktırmadan çevreme bakmaya çalışıyorum. Oturduğu ev kemerli bir yapının restore edilmiş hali. Her tarafa büyük yastıklı koltuklar ve bej rengi hakim. Tam karşımda yarı açık bir oda kapısı. Kalkıp girmemek için kendimi zor tutuyorum. Kendi evimde gibi rahat oturuyorum nerdeyse. Bu koltuklarda başka türlüsü de imkansız gibi. Konuyu hemen Cafe Meya’ya getiriyorum.

İ.K: Cafe açarak bir  hayalinizi mi gerçeklestirdiniz ? Yoksa herşey bir tesadüf müydü?

Z.P: Tamamen tesadüf. Düşündüğüm bir şey değildi. Sadece kullanılmayan bir yerimiz vardı. Orayı uzun zamandır değerlendirmek istiyordum. Fakat burası öyle bir mekan ki; her istenilen şey yapılamazdı. Bir ara hediyelik eşya dükkanı açmayı düşünmüştüm ama insanlar buraya alışveriş yapmaya gelmiyorlar pek. (Bahsi geçen semt Bebek.) Yemeye, içmeye, eğlenmeye geliyorlar daha çok. Ne yapayım diye uzun uzun düşündükten sonra-ki bu süre 7 sene kadar sürdü!- aman cocuklar biraz daha büyüsün, okuma-yazma öğrensin derken seneler geçti. Sonra oğlum İngiltere’ye gittiği zaman hissettiğim boşluk duygusundan sonra kesin bu işi yapmaya karar verdim. Meya’nın dekorasyonunu yapan arkadaşım da beni çok cesaretlendirdi.

İ.K: Ne kadar zaman oldu?

Z.P: 1,5 seneyi geçti.

İ.K: Peki cafenin her şeyi sizden mi sorulur?

Z.P: Tabii. Başından beri her şeyiyle ben ilgileniyorum. Hemen hemen her gün, özellikle hafta sonları muhakkak cafede oluyorum. Hafta içi bütün alışverişi ben yapıyorum. Alışverişi kimseye bırakmam.

İ.K: Meya’nın ön plana çıkan özelliği nedir?

Z.P: Kahvelerimiz. İlly kahve satıyoruz. Ve kahve konusunda da iddialıyız. 15 çeşitten fazla kahve yapıyoruz.

Kısa bir süre susuyor. Sonra…

Z.P: Ben bir cafeye gitmek isteseydim böyle bir cafeye gitmek isterdim. Herşeyi bu düşünceye dayanarak yaptım. “Ben ne yemek isterdim, ne içmek isterdim”den yola çıktım. Çok iyi bir cafe müşterisiyim.

İ.K: Bu işe girdikten sonra  daha büyük hedefleriniz oluştu mu?

Z.P: Hiçbir şeyi çok önceden planlamıyorum. Hep böyleyimdir. Planlayan bir karakter yapım yok.

İ.K: Büyümeye istek var mı peki? Benim merak ettiğim o.

Z.P: Şu anda öyle bir istek yok. Ama her şey olabilir ilerde. Belki benimle 6 ay sonra konuştuğunuzda size bambaşka bir şey de anlatabilirim, 3 sene sonra da başka bir şey anlatabilirim. Çünkü hayatın akışı insanı bir yerlere götürüyor. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor zaten.

İ.K: Anlık yaşıyorsunuz.

Z.P: O anda ne yapılması gerekiyorsa onları yapıyorum. İnsan gençken (bu kelimeyi niye kullandığını hiç anlamadım. Bence genç dediğin onun gibi olur zaten!) daha planlı oluyor aslında. Ben de öyleydim. Özellikle eğitim konusunda. Planladıklarımı yaptım, okulda öğretilen gibi her şeyi kontrol edebileceğimi sandım. Çalışırsam iyi not alırım, çalışmazsam kötü not alırım. Aslında hayat öyle okula gider gibi planlanabilen bir şey değil. Yaşamda çok çalışsanızda kötü not alabiliyorsunuz, değil mi? Ya da tam tersi. Ve zamanla gördüm ki hiç kimse hiçbir şeyi çok fazla kontrol edemiyor.

İ.K: İşler iyi gidiyor mu?

Z.P: İşlerimiz gayet iyi. Sabah 9’dan akşam 9’a kadar açığız. Sabah kahvaltısı veriyoruz, öğlen yemek servisimiz var. Yemekler daha çok salata ağırlıklı. Makarnalar, sıcak sandviçler. Kışın hergün çorba yapıyoruz.

İ.K: Mutfağa giriyor musunuz?

Z.P: Yemek yapmıyorum  ama aşçımızla beraber menüyü hazırlıyoruz.

İ.K: Orjinal yemek tarifleri bulmak için araştırmalar, kişisel denemeler falan yapıyor musunuz?

Z.P: Bir kere yemek işinin cok ciddi bir iş olduğuna karar verdim. İddialı yemeklere, lezzetine alışkın olmadığımız yemeklere girmiyorum. Çünkü iddialı yerlerin çok da başarılı olduğunu düşünmüyorum. Benim yapmaya çalıştığım malzemenin çok kaliteli olmasına dikkat etmek. Sağlıklı, taze ve en iyi malı aldığınızda yaptığınız otomatik olarak güzel oluyor. Arada sırada menümüzü değiştiriyoruz ama.

İ.K: Müşteri kitleniz nasıl?

Z.P: Hoş bir müşteri kitlem var aslında. Her yaştan insan geliyor ama tarzları genellikle aynı. Tam bir cafe müşterisi. Rahat bir ortam isteyen, istediği şekilde ve saatte gelen, uzun süre oturabilen, kahvesini içerken kitabını, dergisini okuyan, sade ama kaliteli ürünler isteyen müşteri tipi. Yeni oluşmaya başladı zaten cafe müşterisi. Eskiden restoran müşterisi vardı bizde. Cafeler son 5-6 yıldır var olmaya ve tutulmaya başladı. Epey de popüler oldu. İnsanlar seviyorlar cafeye gitmeyi. Bir de müşterilerimin çoğunu kadınlar oluşturuyor.

 Aslında yaptığı işin oldukça riskli bir iş olduğunu söylüyorum. Malların hep taze, hep temiz olması lazım, günlük ve tüketilecek kadar alışveriş yapmak lazım. Çok alıp, zarar edebilir veya az alıp, müşteriye mahçup olabilirsiniz. Dükkana belki de sadece o anda uğramış bir böcek, en iyi markayı aldığınız halde bozuk çıkması, aşçının hastalanması, yıldırım düşmesi, Bebek koyunda bir  tsunami gibi paranoyak risk ihtimalleri bu işte de bitmek bilmiyor… 

Z.P: Malzeme konusuna  çok duyarlıyım ve çok hassasiyet gösteriyorum. Çünkü bu yaz ben ciddi bir zehirlenme olayı yaşadım. İsmini vermeyeyim, bir yerde somon balığı yedim ve tam 3 gün yatakta yattım. Ateşim çıktı, kilo kaybettim. Bu yüzden daha da çok dikkat ediyorum. Yazın menüyü değiştiririm. Sıcakta bozulması kolay olan malzemeleri kullanmam. Kontrolü sağlayabilmek için de her gün en az 1 öğünümü mutlaka Meya’da yerim.

İ.K: Peki Meya’dan çok önce neler yapıyordunuz?

Z.P: Hemen öncesinde bir boşanma, ondan önce de bir evlilik dönemi yaşadım. Evlilikten önce Amerika’da pazarlama üzerine üniversite okuyordum. 5-6 sene kadar orada kaldım. Ve okul sonrasi 1,5 sene kadar New York’da çalıştım.

İ.K: Anladığım kadarıyla erken evlenip hemen çocuk sahibi olmuşsunuz. Neden çalışmaya devam etmeyi düşünmediniz?

Z.P: O anda benim ihtiyacım olan tek şey bir çocuk sahibi olmaktı, çalışmak değil. Ve sonra da çocuklarımı yaşamak istedim.

İ.K: Güzel cafenizden biraz uzaklaşmak iyi olacak galiba. Sinemayı sever misiniz?

Z.P:  Güzel filmleri seyretmeyi, sinemayı sinemada izlemeyi seviyorum.

İ.K: Özelikle tercih ettiğiniz bir sinema var mı?

Z.P: Beyoğlu’na çok sık gidememekle birlikte, orada sinemaya gitmekten hoşlanırım. Aslında filmleri takip ediyorum ben. İstediğim film nerede oynuyorsa, o sinemaya gidiyorum.

İ.K: Beyoğlu insana özgürlük duygusu veriyor değil mi? Rahat ve özgür!

Z.P: Evet. Orada bir gün geçirmek küçük bir tatil yapmak gibi geliyor bana. Sultanahmet taraflarından da hoşlanırım. Mısır Çarşısı’na bayılırım mesela. Oralarda dolaşayım, insanlarla konuşayım. Ayakları yere basan insanlar var orada. Yaşamın içinde, yaşamın göbeğinde olan insanlar.

İ.K: Son zamanlarda kiminle konuşsam ya meditasyona başlamış, ya yoga yapıyor ya da bu konularla ilgili kitaplar okuyor. Sizde ilgileniyor musunuz bu konularla?

Z.P: Ben 7-8 sene önce bir dönem bayağı ilgilenmiştim. Kendini geliştirme kitaplarından çok okudum. Meditasyonla ilgili olarak da Brahma Kumaris diye bir grubun düzenlediği kurslara 1 sene kadar gittim. Şu anda bir ihtiyaç hissetmiyorum. Ama o dönemde bana çok yardımcı olmuştu. Zaten ben yeni ve farklı fikirlere, düşüncelere açığımdır. Önyargılı yaklaşmam. Empati yönüm gelişmiştir. Bu gibi yönlerimi geliştirmede de yardımcı oldu bana.

İ.K: Bütün öğretileri düşündüğümde artık aynı şeyleri söylediklerini düşünüyorum. Bilgi tek galiba. Bütün yollar aynı kapıya çıkıyor.

Z.P: Oraya varmak önemli. Aklın yolu birdir diye bir laf vardır. Onu keşfettiyseniz, tamam. Önemli olan kendinizi dinlemeyi öğrenmek. Ben çocuklarıma da hep onu söylüyorum. Siz doğruyu zaten biliyorsunuz. O sizin içinizde. Yeter ki kendinizi dinlemeyi bilin. Size en iyi ne gelir, onu kendiniz bulacaksınız. Ben meditasyona gittim. Çünkü o sıralar ihtiyacım vardı. Şimdi yok. İnsan kendi ruhunun gelişimini takip ederse, ne zaman ne gerekiyorsa onu yapacaktır.

İ.K:  Ruhsal dengeden, fiziksel dengeye geçiş yapalım. Spor yapıyor musunuz?

Z.P: Evde jimnastik yapıyorum. 4-5 sene ata bindim. 2 sene atlı spora, 2 sene de Yeniköy’de Levin Okçuoğlu’nun yerine gittim. Sık sık Ömerli’de araziye çıkardık. Fakat bir canlı ile birlikte yapılığı için sürekli ilgi istiyor. Hayvana 3 gün, 4 gün binmeseniz olmuyor. Bir de  en son bir atım öldü. Çok uğraştım ama kimse hiçbir şey yapamadı. Gözümün önünde öldü. Ondan sonra bıraktım bu sporu zaten.

İ.K: Ata binmenin bir başlama yaşı yok galiba?

Z.P: Hayır. İstediğiniz yaşta ata binebiliyorsunuz.

İ.K:  Bir canlı ile beraber spor yapmak, ona hükmedebilmek, onu kontrol edebilmek zor. Araba değil ki bu, frene basınca dursun. Bir kere bindim ve atın üstünde kendimi ne kadar güçsüz ve çaresiz hissetiğimi anlatamam. 

Z.P: Size uyum sağlayan bir atınız varsa ata binmek çok zevkli bir spor.

İ.K: Sizce başka zevkli sporlar?

Z.P: Kayağı severim. Ama çocuklar olmasa her yıl gidip de kayak yapacağımı zannetmiyorum.

Telefonu çalıyor. O konuşurken ben saatte bakıyorum. Epey olmuş. Kızımı düşünüyorum. Bu akşam için onu Akmerkez’deki Kiddyland’e götürmeye söz vermiştim. Söz verip de tutamadığım zaman gerçekten üzülüyorum. Nereden bilebilirdim röportajın böyle keyifle uzayacağını.

İ.K: Hayatınızı geçirmek istediğiniz yer burası mı?

Z.P: Yurt dışında bayağı bir zaman yaşadım. Hem Avrupa’da, hem Amerika’da. Şu anda İstanbul’u çok seviyorum. Başka bir yerde yaşamak istemem.

İ.K: Her şeye rağmen diyorsunuz.

Z.P: Her şeye rağmen. İstanbul’un bir enerjisi var. İnsana dinamizm veriyor. Avrupa’da akşam 9’da sokakta insan bulamazsınız. Ayrıca insanın kendi memleketinde olması ayrı bir duygu. Sonuçta burası bizim.

İ.K: Size yeniden bir hayat verilse nasıl yaşamak isterdiniz?

Z.P: Genelde içimden geldiği gibi yaşadığım için gene aynı şekilde yaşamak isterdim ama   daha cesaretli olurdum. Daha fazla şeye evet derdim. Daha fazla insan tanırdım. Çünkü bence insanların hayatı öğrenebilecekleri tek yol başka insanlardan geçiyor.

İ.K: Gene aynı yaşta evlenip, gene aynı yaşta mı çocuk sahibi olurdunuz?

Z.P: Gene evlenmek gerektiğini hissettiğim yaşta evlenirdim. Çocuk doğurmam gerektiği yaşta çocuk doğururdum. Gene her şeyi istediğim zamanlarda yapmak isterdim. Bu yaşamdaki en büyük lüks bence.

Teybi kapatıp, geldiğim bahçe yolundan gitmek üzere kalkıyorum. Yağmur fena halde yağıyor artık. Arabaya kadar yürümek zorundayım. Geceleri Bebek’i hep sevmişimdir. Sessiz ve temiz. Denizin ve seyrek trafiğin sesi var sadece. Bir de yağmurun tabii… Fena halde yağan yağmurun!!!