HILLSIDER 52 / AŞK VE ÖBÜR CİNLER – Gabriel Garcia Marquez

h52-kapak-ortaAşk ve Öbür Cinler okuduğum ikinci kitabıydı. Kırmızı Pazartesi beni daha derinden etkilemişti ama bu kitabı okurken de 5 saat süren Ankara yolculuğum bir hayal gibi gelmişti bana. Okuduğum satırlar gerçek, romanın dışında kalanlar ise tüm gerçekliğini yitirmişti. Gabriel Garcia Marquez’in yarattığı büyülü gerçeklik kavramının açıklaması bu olsa gerek diye düşündüm. Diğer kitaplarını, özellikle Yüzyıllık Yalnızlık romanını okumak için şimdiden heyecanlandığım Nobel ödüllü Marquez, bu olağanüstü anlatım yeteneğini ise çocukluğunda yaşadıklarının etkisiyle kazanmış. 

“…. Çok kasvetli, kocaman bir evde, toprak yiyen bir kızkardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayırım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım….

Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım…..

Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır bulamazsınız.”

Gabriel Garcia Marquez

Aşk ve Öbür Cinler, Gabriel Garcia Marquez’in bir gazete muhabiriyken karşılaştığı çok şaşırtıcı bir olayın, yine büyükannesinin anlattığı efsanelerden biriyle benzerliği üzerine ortaya çıkmış bir roman. 1949 yılında Eski Santa Clara Manastırı’nın mahzenindeki mezarlar, 5 yıldızlı otel yapılması için boşaltılınca, mezarların birinden tam 22 metre, 11 cm uzunluğunda bakır renkli harikulade saçlar ortaya çıkmış. 12 yaşında Sierva Maria de Todos los Angeles adında bir çocuğa ait olduğu anlaşılan bu saçlar Marquez’e, çocukluğunda büyükannesinin anlattığı saçları arkadan gelin duvağı gibi yerlerde sürünen, gerçekleştirdiği pek çok mucize nedeniyle halkı tarafından yüceltilen ve bir köpek ısırması sonucu kuduzdan ölen 12 yaşındaki küçük markizin efsanesini hatırlatmış. Bunlardan esinlenerek ortaya çıkarttığı bu kitap; hala ortaçağın cahil karanlığında kalan bir halkın içinden farklı yetenekleri ve kendine has özellikleri olan 12 yaşındaki bir kızın çektiği işkenceyi ve 33 yaşındaki bir din adamıyla yaşadığı büyük aşkı anlatıyor! Daha ilk sayfalardan itibaren yazarın o her zamanki keskin ve fazlasıyla net ifadeleri insanın iliklerine işliyor…

Casaldeuro Markisi’nin tek kızı Sierva Maria de Todos los Angeles alnında beyaz lekesi olan bir köpek tarafından ısırıldığında doğum günü için alışverişe gitmişti. Yanındaki köle durumu önemsemedi ve kimseye söylememeyi uygun gördü. Annesi kendisinden nefret ettiği için kölelerin arasında büyüyen Sierva Maria, doğduğunda yapılan bir adak sonucu hiç kesilmemiş, metrelerce uzunluğundaki saçlarını başının tepesinde toplayarak, Aralık ayının ilk Pazar günü doğum gününü yerli dansları yaparak geçirdi. Onlar gibi konuşabiliyor, onların yediklerini yiyor, onlarla birlikte hamakta uyuyordu. Köpeğin kuduz olduğu anlaşıldıktan sonra durumu öğrenen annesi Bernarda, yakalandığı karaciğer rahatsızlığıyla uğraşmaktan kızı için fazla endişelenmemişti. Babası ise durumu kızı ısırıldıktan günler hatta aylar sonra öğrenmiş, kendinden bile vazgeçmiş olan bu adam, o günden sonra kızını geri kazanmak için elinden geleni yapar olmuştu. En büyük endişesi kızının kuduz olup, demirlere kilitlenerek ölümü beklemesiydi. Mart ortası gibi Sierva Maria’nın ateşi çıktı. Kuduzdan endişelen babası bütün şarlatanların kızı tedavi etmek için farklı yöntemler kullanmasına izin verdi. Kuduz bir hastalık olarak bilinmesine rağmen, aynı zamanda kızın içine cin girmiş olabileceğinden şüphelen halkın rahatsızlığı kiliseye kadar gitmişti. Başpiskopos bir gün Marki’yi çağırarak, içindeki cini çıkarmak için Sierva Maria’nın Santa Clara Manastırı’na kapatılması gerektiğini, bu şekilde belki ruhunu kurtarabileceklerini söyledi. Marki bütün gece uyumadı. Ertesi gün, yani kızın köpek tarafından ısırılışından tam 4 ay sonra hiçbir kuduz belirtisi göstermediği halde  “sadece iyiliği için” Sierva’yı manastıra bıraktı. Bu onu son görüşüydü. Sierva manastırda ayrı bir hücreye kapatıldı, elleri kolları bağlandı. Hem manevi, hem maddi sayısız işkencelerin, hem de daha ergenleşmemiş ruhuyla ilk ve son defa yaşayacağı aşkın başlangıcıydı bu. Başpiskopos en güvendiği adamı Cayetano Delaura’yı kızın içindeki şeytanı çıkarmak için görevlendirdi. Delaura, hayatında daha önce hiç tatmadığı tutkulu bir aşkı bu kıza karşı yaşamaya başlayacaktı.

Bundan sonra bir çok şaşırtıcı ve soluksuz olaylarla ilerleyen roman şu son paragrafla bitiyor:

“ Sierva Maria, Cayetano Delaura’ya ne olduğunu, kapıdan aldığı nefis şeylerle dolu sepeti ve doymak bilmez geceleriyle neden geri gelmediğini bir türlü anlayamadı. 29 Mayıs günü daha fazla cesareti kalmayarak, Cayetano Delaura’nın bulunmadığı ve bir daha asla bulunmayacağı, karlarla kaplı kırlara bakan o pencereyi gördü yine rüyasında. Kucağında, o yedikçe taneleri yeniden çıkan altın renkli bir üzüm salkımı vardı. Ama bu kez onları birer birer değil, son üzüm tanesine kadar salkımdan önce davranma çabasıyla neredeyse soluk almadan ikişer ikişer koparıyordu. Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu. Tutam tutam saçları, kazınmış kafasından sanki köpük köpük fışkırıyor, gitgide uzadığı gözle görülüyordu.”

Gabriel Garcia Marquez, bir toplumdaki dini bilgilerle harmanlanmış cehaleti ve bu cehaletin nice insanların bağıra bağıra ölümüne neden olduğu o dönemleri göz önüne sererken, aslında okurken çok normal gibi algılanan ama ancak kitabın büyüsünden çıktıktan sonra insanın fark ettiği 33 yaşındaki bir din adamının sadece 12 yaşındaki küçücük bir kıza duyduğu aşk adı altındaki çarpık duyguları da bize sunuyor. Üstelik kitap baştan sona Sierva Maria de Todos los Angeles’i ve onun hayatındaki önemli bir kesiti anlatmasına rağmen, onun ne hissettiği, ne düşündüğü, olayları nasıl algıladığından hiç bahsetmiyor. Tüm olaylar diğer karakterler üzerinden, onların bakış açılarından, duygularından, hayatlarından yansıyor. Marquez, Aşk ve Öbür Cinler’de masalsı ve hurafelerle bezenmiş bir konuyu, iç acıtacak kadar gerçek bir şekilde hissetmemizi, yaşamamızı, düşünmemizi sağlıyor…

GABRIEL GARCIA MARQUEZ

1928’de kuzey Kolombiya’da küçük bir şehir olan Aracataca‘da doğdu. Márquez 12 yaşında kazandığı bir burs sonucu başkent Bogota‘nın 30 km kuzeyindeki Zipaquirá şehrinde Compañía de Jesús‘da eğitim gördü.1946 yılında ebeveynlerinin isteği üzerine Universidad Nacional de Colombia ‘da hukuk eğitimi almaya başladı. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.

Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında okulu yarım bırakan Márquez, şiir ve edebiyatla igilenmeye başladı. Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner ‘a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Franz Kafka ve onun öyküsü “Dönüşüm” olmuştur.

1954 yılından sonra küçük öykü ve film senaryoları da yazdığı “El Espectador” gazatesinde çalışmaya başlamıştır. Gazatecilik mesleği onu Roma, Polonya, Macaristan, Paris, Karakas ve New York gibi yerlere sürüklemiştir.Bu arada da sürekli öykü ve senaryo yazmaya devam eden yazar 1967‘de yazdığı “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanı 10 milyon adetten fazla satınca yazarlığa başarılı bir geçiş yapmıştır.

Gabriel Marquez editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın alarak kendisi de bu dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını “Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum.” diye açıklamıştır.

Yazarın 70.yaş gününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından Gabriel Marquez yılı olarak ilan edilmiştir.

Marquez bir edebiyatçı olarak sinema sanatına hep mesafeli durmuştur. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir. Okur roman kahramanlarını istediği gibi canlandırıp istediği mekanlara yerleştirebilir. Bir roman filme alındığında ise roman kahramanı artık kendisini canlandıran aktörle hatırlanmaya mahkumdur. Marquez bu gibi gerekçelerle romanlarının filme alınmasına izin vermemiş bunun yerine senaryo yazmayı daha uygun bulmuş ve sinema ile olan tek ilişkisinin bundan ibaret olduğunu belirtmiştir.

Türkçe’ye Çevrilmiş Romanları