HILLSIDER 88 / MERAKIN IŞILTISINI, SORUNUN DEĞERİNİ HATIRLATAN KADIN: AZRA KOHEN

hillsider magazine 88 - azra kohen 1-2

Kendisiyle tanışmam kitaplarından önce röportajlarıyla oldu. Onu dinledim, söylediklerini okudum. İçindeki dünyayı merak ettim. ‘Merak kediyi öldürür’ cümlesiyle büyümüş, bu yüzden önceleri doyumsuz olan merakımı ehlileştirmiş, hatta bir odaya hapsetmiştim. Kelimelerindeki parıltılar bende mutluluk oldu, ümit oldu, kilitlediğim ne varsa serbest bırakmayı istedim. O günden beri Azra Kohen ile tanışmayı ve röportaj yapmayı çok arzu ediyordum. Tam Aeden’i okumaya başladığım zaman ve hatta 100. sayfaya geldiğimde kendisiyle söyleşi yapabileceğimin haberi geldi. 100. sayfa bonusu gibiydi benim için.J Kitabını bitirmeden bu röportajı yapmak her ne kadar çok içime sinmediyse de zaman darlığı yüzünden hemen yapmak zorundaydım. Aslında 100 sayfada bile kaleminden damarlarıma zerk edilen duyguyu fark ettim. Daha tam kana karışmamış olabilir. Ama yüreğime doğru gelen akışı hissedebiliyordum. Bu duygularla röportaja gittim ve cevaplarını ‘çok merak ederek’ sorularımı sormaya başladım…

İpek Kigan: Küçük bir çocukken en çok merak ettiğiniz şeyler neydi? Bu merakın peşinden gidip yaşadığınız komik veya heyecanlı olaylar olmuş muydu unutamadığınız?

Azra Kohen: Neden var olduğumuzu, çevremdeki her şeyin anlamını, zaman adını verdiğimiz akışın yapısını merak ederek, kısacası delicesine hayatı merak ederek büyüdüm ben. Bir hayat vardı, annemin sabah 8’de işe, benimse abimle birlikte okula gittiğimiz ve akşam üstü evde buluştuğumuz ve bir diğer hayat vardı, dünyanın muazzam ince bir ayarda güneşten uzaklıktaki bu eşsiz konumunda evrenden beslenmeye devam ettiği… Gündelik yaşamın akışında kendi gerçekliklerini oluşturmuş insanlar, bu insanların arasında serviste 2 saat uzaklıkta okuluna giderken sürekli çevreyi izleyen ben ve muazzam bir yapı da kurgulanmış dev bir evren… Benim zihnim hep ikiye bölünmüştü, insanların sahte yaşamı ve evrenin gerçek hayatı. Komik gelecek ama her şeyi bilen bir varlıkla sohbet etsem sorularımı nasıl cevaplayabilir diye bir zihin oyunum bile vardı, anneannemden öğrendiğim bir oyundu bu. Sorulara çoktan verilmiş cevaplar bulmak yerine kendi cevaplarımı üretmek için araştırmak gerektiğini öğretti bu oyun bana, katkısı büyük oldu. Üşengeçliğimi aldı. Hemen bulmak için cevaplar peşinde koşmaktansa sorularımla yaşamayı öğrendim. Bazı soruların cevaplarını bir ömürle bulabildiğimize inanıyorum.

Sorularınızın cevaplarını zihninizde mi, yüreğinizde mi ararsınız veya bulursunuz?

Zihnimde, ama bazen zihin, bildiğini fark etmeden yüreğin yardımı ile anlayıveriyor her şeyi, bunu da inkâr edemem. Yüreğinde hissetmediğin bilgiyi kullanamıyorsun zaten. Cevaplarımı zihnimle arasam da yüreğimin beni çektiği yerlerde asıl sorulması gereken önemli soruları bulduğumu görüyorum yaşım ilerledikçe. Cevaplar peşinde koşmayı bırakıyorum sanırım, önemli olan sorular. En az 10 boyutlu olduğu Stephan Hawking tarafından ortaya konulmuş evrende, sadece üç boyut algısında var oluşu nasıl analiz edebiliriz ki? Ama hayal edebiliriz. Bir balık karadelikleri hesaplayabilir mi? Ama hayal edebilir…

Farklı konularda bir çok eğitim almışsınız. Bu farklılık tercihinizin nedeni nedir?

Merak. Biraz sürüklendim açıkçası. Çok da planlanmış tercihler değildi başta ama sonu iyi oldu. Film yapıp birkaç saatte insanları kökten etkileyeceğim diye çıkmıştım yola, bu yüzden Radyo, Tv, Sinema okudum İstanbul Üniversitesi’nde ama sette çalışmaya başladığımda hayatın filmlerle anlatılabilmesi için çok ciddi bilgiye ihtiyacımızın olduğunu, yoksa verilen tüm emeğin yüzeyde bir yağ gibi kaldığını fark ettim. Derine inebilmek için ekonomi bursu aldım. Benim kararım değildi, okulun burs olarak verdiği bölümlerden biriydi ekonomi, açıkçası çok işime yaradı ve sonra da psikoloji geldi. Bilinçli, net, ne istemediğimi bilen biri olarak psikoloji okudum, o yüzden de çok yararını gördüğümü, bilgiyi iyi kullanabildiğimi görüyorum. Hayat beni nereye götürürse götürsün, durumum, konumum ne olursa olsun ben hep emek verdim ve konu ne olursa olsun çabalayan insanlara saygım sonsuzdur. O duyguyu çok iyi biliyorum.

Aldığınız eğitimler arasından beni en çok Ottawa Üniversitesi’nde okuduğunuz “3. Dünya Ülkelerine Yardım Ekonomisi” etkiledi. Bu konuyla ilgili yapmayı arzu ettiğiniz şeyler var mı?

Hayallerim var, ekonomiye hayat veren kaynakların tamamen değiştiği bir gelecek hayal ediyorum. Tükettiğini üreten bir toplumu temellendiren bir ekonomi hayali bu, bugünkü bankacılık ekonomisi bir başka değişle reklam ekonomisini aştığımız bir gelecek… 3. Dünya Ülkelerine Yardım Ekonomisi bana büyük resmi gösterdi diyebilirim, büyük resmi görmeden değişimi çağırmak sadece hayal olurdu.

Çok erken yaşta evlenmişsiniz. Ve anladığım kadarıyla evlilik, annelik sizin hayallerinize giden yolda engel teşkil etmemiş, hatta motive etmiş gibi gözüküyor. Birçokları için engel teşkil eden, arzularını, isteklerini, gitmek istedikleri yolu yarım bıraktıran bu durumu lehinize nasıl çevirdiğinizi anlatabilir misiniz?

Doğru kişi ile evlenerek ve kabul görmek için kim olduğumu unutmayarak. Eşimle çok farklıyız biz ama ben hiçbir zaman beni daha fazla sevmesi için olmadığım biri gibi davranmadım. Hep kendi merkezimde olmanın, o merkezi bulmanın önemini bir şekilde biliyordum. Ananemden etkilenmiş olabilirim, sokaktaki hayvanlara yardım ediyor diye çevre tarafından kınandığını hatırlıyorum ve her şeye rağmen, onun nasıl da doğru olanı yaptığını izlediğim zamanlarım oldu. Çocukken kabul görmek önemlidir, neredeyse birincil bir ihtiyaç olacak kadar önemlidir ve doğru olanı yapabilmek için kabul görülüp görülmemeyi önemsemeyen bir örneğiniz olduğunda içinizde başka bir yer aktive oluyor sanki… gerekirse ölümüne yaşamın yanında olabilecek cesarete geliyorsunuz… Bu duygum evliliğimde de beni sahtelikten ve monotonluktan korudu diye düşünüyorum çünkü farklı kültürlerden gelsek de ben hep kendimi tüm çıplaklığıyla eşimin önüne koydum ve o da beni çok sevdi. Çırılçıplak kendiniz olamadığınız biri ile evlendiğinizde evet evlilik çok zor. Ama ben Sadok ile birim, aynı değilim ama birim. İkimiz de aynı var oluşun çocukları olduğumuzu biliyoruz, birbirimizi hissediyoruz.

Anne Azra’yı çok merak ediyorum. Çocuğunuzla iletişiminiz nasıldır? Onu büyütürken insanların şaşırıp, anlam veremediği farklı yöntemler kullandınız mı?

Bunu oğluma sormak lazım. O bana “çita anne” diyor ve “anne ben senin kadar hızlı ve güçlü olamam, daha büyümem lazım” diye açıklıyor. Aktif bir zihni var, ona annelik yapmak çok kolay, aynı şeylerden zevk alıyoruz. Ana konumuz var oluş halleri olunca konular dallanıp budaklanıyor hep, zenginleşiyor. Konularında zenginlik olan aileler mutlu ailelerdir, sürekli başkalarını konuşanlar bir süre sonra birbirlerini konuşmaya başlarlar, biz evde hayatı konuşuyoruz. Oğlumu büyütürken tuhaf şeyler tabii ki yaptım, bazılarının sonuçlarının çok iyi olduğunu fark ettik eşimle, bazıları deneysel kaldı ama bunların arasından en çok faydasını gördüğüm şu oldu: kişilere, isimlere değinmeden her gün oğluma kendi günlük yaşantımdaki sorunları anlattım, onun hayatında da farklı şekilde köklenebilecek sorunlardı bunlar ve 9 yıl sonra bugün oğlum annesiyle konuşmak, ona anlatmak için heves duyan birine dönüştü, birlikte sohbet etmeyi öğrendik. Çocuğumla sohbet etmek için yöntemler geliştirmek yaptığım en iyi şeydi ama 3 yaşından başladığım için o küçükken çok tuhaf görünüyordu dışarıdan.

hillsider magazine 88 - azra kohen 3-4

Araştırıp, okumak romanlarınızda kullanmak için sizi motive eden bir konu mu, yoksa bilgi ve öğrenmek sizin vazgeçilmeziniz mi?

Roman yazmak için bilgi peşinde değilim, bilgiler içimde büyüdüğü ve paylaşmak ihtiyacında olduğum için roman yazıyorum. Roman olsa da olmasa da ben daima bilgi peşinde olacağım. Hayatın matematiğine aşık biriyim ben, anlamın peşinde olmak, o anlamı anlayacak kapasitede olmasam da yapabileceğim tek şey… umutsuz bir aşk gibi, ben evrene aşığım sanırım omnipotensimde bir sorun var J

Kitap yazmaya nasıl başladınız? Sizi bu yoldan yürüten duygular neydi?

İhtiyaçla, buhranla… Ama bunalımla değil, yanlış anlaşılmasın. Etrafımda insanlık adı altında süre gelen çılgınlıktan azıcık da olsa kendimi sıyırabilme çabası bu kitaplar. Kendi bencil ihtiyaçlarımı karşılama çabası… Benim ilgilendiğim konuların konuşulduğu, ilgi alanlarının farklı olduğu bir toplumda yaşama hayalimin ürünü her biri. Kendi toplumumu çağırma çabam… Kendi türümü bulmak peşimdeyim. Benimle aynı duygularda yükselen milyonlarcası olduğunu bana gösteren ödülüm oldu her biri aynı zamanda… Bir tek ben değilim, bizden başka yüzlercesi konuya girse de, göreceksiniz ki binlercesi konuya dahil olacak ta ki birbirimizi bulana kadar. Gelecek bizim, yaşamın yanında olmak için koşullar ne olursa olsun ahlaklı bir inisiyatif kullanabilenlerin. Kendimizi geliştirdiğimiz, en iyi yaptığımız şeyde aktive olup, hayatı tohumlayacağımıza inanıyorum. Bu duygu, sadece kitapları yazdıran duygu değil, her sabah uyanmamı sağlayan duygu. Anlama adanmış bir yaşamdan daha zengin ne olabilir ki! Kısacası zenginlik peşindeyim ben.

Birçok ünlü yazarın hayatını okudum. Hemen hepsi iyi bir kitap yazmak için çok çalışmış. Siz kitap yazarken ve hazırlık döneminde nasıl bir tempoya giriyorsunuz, nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?

Önce zihnimde yazıyorum. Son sahne ilk geliyor, geriye doğru yazıyorum. İlk sahneye ulaştığımda bilgisayarımın başına oturuyorum ve şizofrenik birkaç ayda zihnimi yazıya boşaltıyorum… Sanki ölüyorum ama yeniden doğmak umuduyla.

Karakterleri oluştururken nelerden etkileniyorsunuz?

Önce son sahne ve olgular, her olguyu temsil eden bir karakter, her karakterin kendisiyle yüzleşeceği bir olay örgüsü gibi işliyor zihnimdeki mekanizma. Hayatı taklit ediyorum, bazen hayat karşınıza öyle birilerini çıkarıyor ki size hediye gibi, anlatmak istediğiniz hikayenin sesi gibi… yazmaktan başka çare kalmıyor.

Yazma döneminde romanınızın içine girmek, sizi günlük hayatınızdan koparıyor mu?

Ben zaten zihnen her an gündelik hayattan kopuk biriyim, birçokları için önemli olan şeylerle ilgili en ufak bir duygum yok. Beni baştan çıkaran şeylerle çoğunluğu baştan çıkaran şeyler arasında ciddi bir uçurum var, eşim bu konuyu çok iyi özetliyor. “Sen yalnızlık çekmezsin, bunalıma girmezsin çünkü sanki yaşamın kendisiyle arkadaşsın” diyor hep bana ama benim bu kopukluğum oğlumu, eşimi, ailemi, kızlarımı, öğrencilerimi unutmama değil tam tersi onlara iyice odaklanıp diğer şeylerden uzaklaşabilmeme olanak sağlıyor sanırım. Ama kabul etmeliyim ki; en derin nefeslerimi yazarken alıyorum ve yazma eyleminin kendisinde kaybolmamak için bazen ciddi şekilde kendimi zihnimden koparmak zorunda hissediyorum. Yalnızlık her şeye çare, fikrimce, çünkü yaşamın kendisiyle dostsanız yalnızlık atmosferinizdir arada sırada o atmosferde fırtınalar çıksa da.

Yazmasaydım eylem yapacaktım demişsiniz bir röportajınızda. Ne yapardınız, yazmayan Azra nasıl biri olurdu?

Ben aktivist bir aileden geliyorum, dedemin dedesi Trablusgarp’ta omuz omuza Atatürk’le birlikteymiş, İngilizler tarafından esir alınmış ve ellerinden kaçmayı başarmış ve Çanakkale’de de tüm ailem savaşmış. Genetik bir kodlama bu sanırım, çünkü ben milliyetçilik gibi insan kümesini milletlere ayıran, kısacası diğerlerinden ayıran şeylere karşı olacak bilinçte ve vizyonda da biriyim ama bir Sarızeybek doğmanın gerekliliği ne ise günün sonunda daima o gereklilikleri yapacağımı biliyorum. Hayat beni hangi cephede istiyorsa ben hazır olmakla yükümlü hissediyorum. Bugün dünya ikiye ayrılmış durumda, yaşamı destekleyenler ve yaşamın karşısında olan yağmacılar! Herkes bir gün tarafını seçmek zorunda kalacak. Birileri ağaçları kesiyor, okyanusları kirletiyorsa ve sen seyrediyorsan ondan daha suçlusun, fikrimce. Goethe’nin çok güzel bir lafı var, “Cehennem köşeleri buhran zamanlarında seyirci kalanlara ayrılmıştır” Kötülüğe, haksızlığa seyirci kalan kötülüğün bekçiliğini yapar. Kitapları yazmasaydım ne yapacağımı bilmiyorum ama ne yapmayacağımı iyi biliyorum. Seyirci kalmayacaktım, hala da değilim. Elinden geleni yaptığında huzursuzluğun azalıyor.

hillsider magazine 88 - azra kohen 5-6

Sizin gibi düşünen insanlara çok ihtiyacımız var. Bunu anlatanlara, hayata geçirenlere, yol gösterenlere, harekete dönüşmesine vesile olanlara… Kitap yazmaktan başka bir şeyler daha yapmayı düşünüyor musunuz ?

Dünya gezegeninin kullandığı, güneşi, rüzgar gibi tertemiz enerjileri kullanarak geliştirilecek bir enerji teknolojileri meslek lisesi kurmak istiyorum, iyi ve organik tarım teknikleri de öğretilecek bir yer. Ciddi bir proje tasarlıyoruz, zamanı gelince çok desteğe ihtiyacımız olacak.

Ben çiftçiyim diyorsunuz. Bununla ilgili neler yaptınız ve hayalinizde daha neler var?

Topraktan bir şeyler yetiştirmek konusunda ayrıca bir yeteneğim var ya da bu konuya zaman ayırmaktan çok keyif aldığım için kendimi yetenekli falan da sanıyor olabilirim. Evde tükettiğimiz şeylerin bazılarını yetiştiriyorum ama bir gün yenilenebilir teknolojilerle desteklenmiş örnek bir çiftlik kurmayı ve orada yaşamayı çok istiyorum. Kaynakları açık olan bir sistem kurmayı planlıyorum ki isteyen herkes kopyalayabilsin. Hayat komşularla güzel. Bu artık çoğumuzun hayali değil mi?

Kelimelerin sihrine inananlardanım. Uzun bir cümlenin ve hatta bazen sayfalarca süren bir kitabın içinden aklımda sadece tek kelime kalır. Ve o kelime bana her şeyi anlatır. Size şu anda sihirli gelen 3 kelime söyler misiniz?

İnisiyasyon. Çi. Oksitosin.

Yıllardır yazıyorum, şiir yazdım, makale, minik öyküler… İçimden hep daha çok yazmak geldi, ‘yazmasaydım delirecektim’ cümlenizi çok iyi anladım o yüzden. Ama yazamadım. Hep ‘iç engellere’ takıldım. Benim gibi yazıya yakınlığı olup, kendini engelleyenlere tutacağınız bir ışık var mı? Belki aydınlattığınız yol korkularımızı yok eder.

Mükemmeliyetçi olmayın. Kalbinizde hissettiklerinizi hayatı desteklemek için bir olay örgüsüne bağlayın ve özgür bırakın. Hayatı desteklemek var oluşun yüceliğine hürmet göstermektir. Çok dindar olduğunu söyleyip hayvan sevmeyen insanlardaki çelişki gibi olur bir şeyleri sadece yazmak için yazıp, yaşamı geliştirmek için ilhama hizmet etmemek. İnsanlar yaptıkları her şeyin mükemmel olması endişesi ile kendilerini kısıtlamaya eğilimli olabiliyorlar. Birçoklarının mükemmel peşinde vazgeçtiklerine tanıklık ettim ve vardığım sonuç mükemmeliyetçiliğin yaşarken paralize olmak olduğu. Mükemmellik insanı engelleyen bir yanılsama ve yaşama ait değil, fikrimce. Kimlere ulaşılacağını çok da düşünmeden ama mutlaka hayata hizmet ederek yazın. İhtiyaçlara cevap olabilecek her şey hayat tarafından kullanılıyor. Kendinizi daima hayata kullandırın.

Bu dünyada tam olarak yapmak istediğiniz şey nedir? Nasıl bir iz bırakmak istiyorsunuz?

Tam olarak yapmak istediğim şey huzurlu bir özgürlükle yaşamak. “İnsan nasıl özgür olabilirdi insanlık köleyken…” diyorum Pi’de, çünkü aynen böyle hissediyorum. Bu hissi kırabileceğim bir çabada olmaktan başka yöntem bilmiyorum, cihattayım. Pi’de anlattığım anlamda, yani gerçek anlamında cihattayım.

Şu anda sizinle zamanın içinde geçmiş veya gelecekte bir yere gidelim. Bütün bu sohbeti orada yapmış olalım. Biraz anlatır mısınız nasıl bir yerdeyiz, hangi zamandayız, çevremizde neler var, biz nasılız, ne hissediyoruzJ

Gelecekteyiz. Hapishaneye benzeyen okullar yıkılmış yerine doğanın ritmini takip etmeye ve varoluşun, evrenin kendisinden öğrenmeye yani hayatın yapılarını taklit ederek bilgileri toplamaya adanmış sistemler kurulmuş, insanlık sıfır medeniyet seviyesinden çıkmış, güneş enerjisinden teknolojilerimiz için gerekli olan enerjileri toplar olmuşuz, rüzgar tribünlerinin ormanlarla karışmış manzarasında evrendeki her şey ile bir olduğu, evrenin maddeden değil bilinçten oluştuğu bilincine ulaşmış insanlık ekolojik yapılar içinde yaşar olmuş. Hayvan beslemek, ağaç dikmek ve büyütmek, en fazla tükettiğini üretmek zorunlu olmuş… ve tabii miras kalkmış. Var olan tüm öz kaynaklar herkesin, toplayıp bir köşede depolamak, yokluk yaratmak yasak, herkes çabası kadarına nail. Savaş tarihi kalkmış yerine sanat ve bilim tarihi okutuluyor. Sanat, yani anlamın forma sokulmasının uygarlık üzerindeki muazzam etkisi anlaşılmış. Nasıl ama biraz fazla hayal gibi mi geliyor kulağa? Eğer buradan oraya ulaşamayacaksak arada bir yerlerde kendimizi yok edeceğimizi düşünüyorum. İnsanlık ancak insani bir yaşamı gerçekten kurabilirsek var olabilecek, fikrimce. Ortak bilinç, üzerine epey düşünülmesi gereken bir kelime. Ortak bilince ulaşamıyorsak “insanlık” var olamayacak.

Röportaj bitmiş gibi gözüküyordu ama benim için aslında daha yeni başlıyordu. Onu dinledikçe derinleşen tanıma isteği, içimdeki sorulara soru ekleyerek büyümeye devam ediyordu. Azra Kohen’in biraz evvel dediği gibi belki de artık cevaplar peşinde koşmayı bırakmalıydım. Onunla sohbet etmenin mutluluğuyla ayrıldım yanından, bu anın çok önemli bir nedeni olduğunu hissederek…

 

 

HILLSIDER 86 / ÇAĞLA CABAOĞLU

Dergi YazılarımH86 Mag_h.indd

 

“Demokrasiyi ve adaleti simgeleyen, herkesin baktığında bu mesajı aldığı, sınırları yıkan, düşündüren klasik Helenistik dönem mermer yontu bir heykel olmak isterdim. Ve çok büyük olmak isterdim, her yerden gözükerek demokrasi ve adaleti hatırlatmak için…!”

Bir sanat eseri olsaydınız ne olmak isterdiniz diye sorduğum soruma böyle cevap verdi Çağla Cabaoğlu. Verdiği bu cevabın içinde kim olduğu saklıydı. Bu röportaj burada başlayıp, burada bitebilirdi aslında.

Ama yine de 25 yaşında ilk sanat galerisini açma cesaret ve öngörüsünü göstermiş, yıllarca erkek egemen ve gelişimi çok zor olan bu piyasada dimdik ayakta kalmış, bir çok sanatçının adının duyulmasına ve birbirinden etkileyici projelerin yurt dışında sergilenmesine ön ayak olmuş tam bir sanat aşığı Çağla Cabaoğlu hakkında merak ettiğim bir dünya konu vardı. Ben de hepsini soruverdim…

 İpek Kigan: Sizi bir galerici olarak tanıyoruz ama öncesinde neler yaptınız, nasıl bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirdiniz öğrenmek isteriz. Neler taşıdı sizi bugünlere?

Çağla Cabaoğlu: Her zaman çok kreatif olduğumu biliyorum. Kardeşimin ve benim hayat yolu olarak sanatı seçmemizi sağlayan, bize o vizyonu veren annemdir. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldum. Bu gün baktığımda mimar Behruz Çinici’nin tasarladığı müthiş binasında okuyan biri olarak, aldığım sanat tarihi dersleri beni bir sanat ortamına hazırlamış.

Galerici olmaya nasıl karar verdiniz? Bu kararı vermenizde etkili olan esas dinamikler neydi? Tek başına mücadele veren bir kadın olarak zorlandınız mı bu dünyada?

Komet 90’ların sonunda Türkiye’nin genç kuşakla çalışacak yeni galerilere ihtiyacı olduğunu bana söylerdi, Ömer Uluç ve Ertuğrul Ateş de bu konuda başarılı olacağımı öngörerek beni çok motive etmişlerdi. 25 yaşında Ralli Apt. Nişantaşı’nda kendi galerimi açarak bir cesaret gösterdim. Benim galeri işine girmem o dönem için gerçekten delilikti. Hele yeni duyulmayan isimleri sergilemek büyük bir ticari riskti. Yıllar içinde çok zoru başardım… Gerçekten bunu galeriyi tanıyan herkes söyler. Zaman içinde teknoloji ile her şey çok hızlandı. Çarklar döndü, kapitalist düzen gereği hep mücadele edecek bir şey çıktı. Sanat; kolay görünse de, hayatın en mücadele verilmesi gereken en komplike konusu .

Bunun yanında bütün dünyada kadınların her konuda erkeklerden daha fazla mücadele verdiklerine, ödün verdiklerine ve haksızlıklara uğradıklarına inanıyorum. Özellikle iş dünyası erkeklere özel bir oyun sanki ve siz her zaman ekstra daha fazla çalışmak zorundasınız… Kadınsanız çoğu zaman hakkınızı da teslim etmez, takdir etmezler… Genelde pozitifim ama bu konuda olamıyorum… Bu kabul edilmese de istatistikleri olan bir gerçek…

 

H86 Mag_h.indd

Çağla Cabaoğlu’nun hayattaki misyonu nedir?

Benim kişisel misyonum her şeyden önce evrene yeni bir şey sunmak ve yararlı olmak. İnandığım sanatçıların eserlerini sergileyerek çevremizdeki insanların hayatlarına ve algılarına sunuyoruz. Yaptığım her şeyi, dünyaya gelme nedenim içerisinde değerlendiriyor, her zaman daha çok farkındalıkla; ‘’Neden? Niçin?’’ sorularının cevabına göre hareket etmeye çalışıyorum. Seçimlerimiz farkındalığımız bugün çevremizdeki tahmin etmediğimiz birçok şeyi etkiliyor. Kelebek etkisi gibi. Sanatçılar ve sanat eserlerine izlenme platformu yaratma başlığı altında; izleyen çevremize başka bir pencereden bakma fırsatı yaratıyoruz. Dolaylı olarak topluma sosyolojik, maddi veya manevi birçok etkiniz oluyor.

Bir İstanbul aşığıyım. İstanbul’un dokusu ve özel bir şehir olmasıyla, şehirden çok besleniyorum. Dünyada gittiğim her yere İstanbul’u taşımaya çalışıyorum. Bundan sonra İstanbul’a ayna tutmak adına daha çok uluslararası proje yapmayı hedefliyorum.

Sanatın bu kadar içinde biri olarak kendi sanatınızı yapma isteği duydunuz mu hiç? Evet ise hangi alanlarda, neler yapmak isterdiniz ? Ya da yapıyor musunuz?

Her zaman yönetmen olmak, video prodüksiyon ve dijital medya ile uğraşmak istedim aslında. Fotoğraf çekmeyi seviyorum. 1990’ların başında öğrenciyken İstanbul Bienali kapsamı içerisinde bir sergide enstalasyonum yer almıştı. Thomas Balkenhol’den video prodüksiyon dersleri aldığım dönem belgesel filmler çeker ve montajlardım. O dönem yönetmen olma hayallerim vardı. Galericilik ve yönetmenlik mesleğini çok benzetiyorum.

Galerinizi açtığınız günden bu yana en önemli bulduğunuz projelerinizden kısaca bahseder misiniz?

Benim için Türkiye’de ve yurtdışında yaptığım en önemli projelerden bazıları kronolojik sırayla; 2006 yılında gerçekleştirdiğimiz Swissotel Büyük Efes İzmir kurumsal projesinde oluşturduğumuz koleksiyon. Otel Vargı ailesinin değerli vizyonu ve uluslararası eserlerin koleksiyona katmasıyla; şimdi baktığımızda İzmir’in müze gibi kullanılan bir mekanı oldu.

2008 yılında Kreatif Mimarlık’la gerçekleştirdiğimiz Anadolu Grubu-Johns Hopkins Hastanesi koleksiyonu, Dünya Göz Hastanesi Ataköy projesi de ilk yaptığımız kurumsal koleksiyonlardan. Gün geçtikçe çok daha değerli hale gelen projelerdendir. Sheraton Oteli Ataköy projesi de aynı şekilde Kreatif Mimarlık ile gerçekleştirdiğimiz harika bir çağdaş sanat kesiti sunan ve sergilenen bir koleksiyona sahip.

Sanat projeleri zaman içerisinde daha da önem ve değer kazanıyor. Sanat uzun soluklu bir koşu, zaman su gibi akıp gidiyor. Sanat tarihine bir nevi tanıklık ediyorsunuz. Kendi çevrenize bir zaman dilimini sunuyor, yaşatıyorsunuz.

2010 yılında galeri olarak yaptığımız ‘Hayat Ağacı’ konseptiyle Türk Çağdaş Sanatı’ndan bir kesiti Çin’de Shanghai Contemporary Fuarı’nda 17 sanatçının 120 eseriyle sergilemiştik. 20.000 adet uluslararası yayını basılan serginin eserlerinden 11 tanesi NAMOC (National Art Museum of China) ve 12 eser de Taiwan National Art Park Museum koleksiyonuna girmişti. Bir fuarla 23 eserin iki ulusal müze koleksiyonunda yer alması ülkemiz adına çok büyük bir başarıydı. 2012’de Basel Solo Project’i gerçekleştirdik.

2016’da Çağdaş Hikayeler isimli bir sergi turu başlattık. Kürator Fırat Arapoğlu ve Republica Ajans ile birlikte İzmir’de 1200 m2’de 30 sanatçının 80 eserini sergiledik. Proje; İzmir’de 5000 kişinin üzerinde ziyaretçi ile izleyici rekoru kırdı. Sonra İstanbul’da bu sergiyi Ağustos 2016’dan itibaren 42 Maslak’ta 3 ay boyunca sergiledik. Aralık 2016’da Miami’de 42 sanatçının eserini sergiledik. Şimdi de New York’ta 32 sanatçıyı sergiliyoruz. Bu sene Kasım’da Houston’da da bir sergi planlıyoruz.

Büyük çalışmalar, önemli başarılar bunlar. Hazır lafı açılmışken; Amerika’daki en son sergilerden bahsedelim biraz. Aralık ayında, dünyanın 77 şehrinden 135 galerinin katıldığı Scope Miami Art Show’da tek Türk galeri olarak  yer aldınız.  42 Türk sanatçısının eserlerinden oluşan dev duvar enstalasyonu “Istanbul‘s Cabinet of Curiosities” çok büyük beğeni kazanmış ve hatta Amerikalı bir sanat koleksiyoncusu tarafından da satın alınmış. Öncelikle bu büyük başarı için ben de sizi tebrik etmek isterim. Maimi’yi fethetmişsiniz resmen J Mart ayında gerçekleşecek Scope New York Art Show’a da katılacaksınız. Orada nasıl bir çalışma ile yer alacaksınız?

Teşekkür ederim… Evet, müthiş güzel tepkiler aldık. 42 sanatçının 42 eserinden oluşan, ama tek bir eser olarak sergilenen bu enstalasyon fuarın en ilgi gören işlerinden biri oldu diyebilirim. New York International Art Society, Contemporary Art Society, The Art Institude of Chicago, A+D Architecture and Design Museum Los Angeles gibi önemli sanat kurumları ve küratörleri tarafından gelecek sergi programlarına davet edildik. Ziyaretçi defterimize yüzlerce insan inanılmaz övgülerini ve tebriklerini yazdı. T.C. Miami Başkonsolosu Özgür Kıvanç Altan’ın galeri onuruna 3 Aralık 2016 Cumartesi günü verdiği davette de, sanatla ilgilenen konuklardan çok onur verici takdirler işittik, cesaretimizden dolayı tebrik edildik. Bu gösterilen başarıdan sonra, Scope New York Art Show’un fuar komitesi NewYork’da da “Istanbul‘s Cabinet of Curiosities” projemizi göstermek istedi ve fuarın giriş alanındaki, ziyaretçileri ilk karşılayan standı bize vermek istediler. 2 -5 Mart’ta aynı konsepti bu kez 32 sanatçı ve onların farklı eserleri ile sergiliyor olacağız.

 

H86 Mag_h.indd

 

Okuyucularımız bu söyleşiyi okuduğunda siz, büyük ihtimal dönmüş olursunuz. Dilerim Miami’deki başarınızı New York’da katlarsınız. Ülke imajı ve tanıtımı açısından da çok önemli olaylar bunlar. Peki merak ediyorum, Devlet makamlarının ya da özel kuruluşların destekleri oluyor mu? Yaklaşımlar nasıl ?

Şimdiye dek devlet birlikleri ve kurumları seviyesinde herhangi bir destek alamadık. Belki de doğru bağlantı ile projenin doğru tanımlanmasını açıklayamadık. Ancak Miami’de gösterilen başarıdan sonra buradaki etkisi daha farklı oldu diyebilirim. New York’dan sonra ise daha da farklı olacaktır. Biz bunun üçüncü ayağı olarak Houston’da büyük bir proje daha yapmayı planlıyoruz. Bence bu roadshow planından sonra projenin İstanbul’daki iz düşümü daha farklı olacaktır diye düşünüyorum.

Sanata yatırım son yılların yükselen trendi. Sanata yatırım yapmanın sizce en güzel geri dönüşü nedir? Ya da şöyle de sorabilirim; insanlar neden sanata yatırım yapmalı ?

Bence sanat yatırımı yapmak aslında kültürün taşınmasının yolllarından biri. Bugün bir eser alıyorsunuz ve onu takip ediyorsunuz. Macera başlıyor. Alan kişi için değil sadece… Hem sanatçı, hem sanatçıya yatırım yapan diğer kişler, hem galerici, hem de sektörün diğer oyuncuları için…

O eser ve yatırım değeri; analitik mecralardaki açılımıda, başka bir yolculuğa daha başlıyor. Bu sanat yatırımı dediğimiz konu uçsuz bucaksız bir yolculuk aslında. Bir gün eserinizi dünyanın başka bir kıtasında bir müzayedede veya sergide gördüğünüzde heyecan duyarsınız. Ben bu açıdan düşünüyorum. Bir çok kriterin bir araya gelmesi ile sanat yatırım değeri kazanıyor. Sanatçının karakteri, tutkusu, bakış açısı, üretkenlği, istikrarı… Galericinin özellikleri, eserin orjinalliği, tekniği, eserin kimler tafından sahiplenilip satın alındığı, zaman planı, sosyo-ekonomi… O kadar çok bileşeni var ki. Artık bir eserin yatırım değeri kazanabilmesi için bu bileşenlerin doğru zamanda doğru şekilde birliktelik yapabilmesi gerekiyor. Sorunun cevabı tam olmadı ama cevap başlıkları bunlardan bazıları. Ve kısaca ‘’MEDENİYET KÜLTÜRLE GELİŞİR VE İLERLER’’… Sanatın taşınmasıyla başlar her şey!

Uzun yıllardır galericilik yapan biri olarak sizce Türkiye’de sanata bakış, sanat çalışmaları nereden nereye gidiyor? 

Ben Türkiye’de sanata bakış ya da sanat nereye gidiyor olarak değerlendirmiyorum durumu. Bütün dünyada ne kadar orijinal proje var, neler yapılabilir, neler yapılıyor, diye bakıyorum. Türkiye’de sanat sektörünün kurumsallaşması ve sağlam temellere oturacak uzun soluklu planlar için Devletin sanat sektörünü kurumsal formatta muhattap olarak kabul etmesi gerekiyor. Bu da biraz zaman alacak.

Şu an İstanbul’da çağdaş sanat özel sektör desteğiyle sürdürülmeye çalışılıyor. Ancak dünyanın hiçbir yerinde devlet desteği almayan sektörler yaşayamaz, ilerleyemez. Biliyoruz.

Bugüne kadar ilk sizin keşfedip, önemli bir noktaya taşıdığınız bir sanatçı oldu mu?

Geçenlerde bir liste yaptım. İlk benim keşfedip sergisini açtığım sanatçıların listesi şu anda 50 kişinin üstüne çıkmış. Bunların bir çoğu çok değerli ve piyasada bilinen sanatçılar. Aslında benim İstanbul’daki galeriler arasında ayrıştığım nokta genç yetenekleri destekleyerek onlar için risk almam herhalde.

İşiniz gereği çok seyahat ettiğinizi biliyorum. En çok dünyanın nerelerinde olmayı seversiniz? 

Seyahat etmeyi çok seviyorum. Genelde işimle ilgili seyahat ediyorum. Son dönemlerde bu Amerika’da yaptığımız projelerden dolayı genelde Amerika’ya gittim. İspanya’da, Akdeniz’de olmak çok hoşuma gidiyor. Endülüs’ün mimarisi ve kültürünü kendime çok yakın hissediyorum.

Peki bu yoğun koşturma içinde tatil yapma imkanı buluyor musunuz?

Genelde hiperaktif olduğum için gittiğim tatillerde sadece kitap okuduğum bir tatil tipini yaşamayalı çok uzun zaman oldu. Sürekli gittiğim yerlerde yeni görseller, yeni mekânlar, bölgeyle ilgili sürekli yeni bir şey yapmak ve öğrenmek için hareket halinde oluyorum.

Yaşamınızın keyifleri ve en kıymetlileri neler? 

Ailemiz ve dostlarımızdır.

Hayallerinizi neler süslüyor şu aralar? Gelecekte sizi heyecanlandıran projeler var mı?

New York’da bir galeri şubesi açmak bu ara hayallerimi çok süslüyor… İstanbul’da sergilerimiz devam ediyor zaten ama yakın gelecekte beni heyecanlandıran yine yurt dışı odaklı birkaç projemiz var.

 

HILLSIDER 85 / BEGÜM ERDEMLİ KARAMAHMUTOĞLU

begum 1

Hillside City Club-Etiler’in içinde yıllar sonra yeniden açılan Daily News restoranın sahiplerinden Begüm Karamahmutoğlu… Ve ne tesadüftür ki; sahip olduğu bu restoran yıllar önce onun stajyer olarak çalıştığı ilk iş yeri! Zerafetinden de anlayabileceğiniz üzere İzmirli Begüm. İzmir Özel Türk Koleji’ni bitirdikten sonra çok isteyerek okuduğu Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olmuş. İletişim Fakültesi’ndeyken hepsi birbirinden değerli Alaaddin Asna, Ünsal Oskay ve Ali Rıza Kardüz gibi hocalardan eğitim aldığı için kendini hep şanslı ve mutlu hissetmiş. Kendisine çok şey kattığını düşündüğü Banu Birkan’ın şirketi BPR İletişim Ajansı’nda çok keyifli bir ekiple ulusal ve uluslararası birçok organizasyonda da görev almış. İş, güç, sosyal hayat, her yere ve her şeye yetişmeye çalışırken son yıllarda bir de minik oğlunun peşinden koşturuyor. Anlayacağınız kıpır kıpır, yerinde duramayan biri Begüm.

İpek Kigan: Yiyecek-içecek sektöründeki yolcuğunuz ilk ne zaman ve nerede başladı?

Begüm Karamahmutoğlu: İlgim çok küçük yaşlarda başladı aslında. Babam turizmci olduğu için çocukluğumuz birçok otelde ve tatil köyünde geçti. Babamın üst düzey yönetici olarak sorumluluk alanlarından biri de mutfak ve açık büfe sunumlar olunca; sabah kahvaltıları, sunumlar, otel içindeki farklı restoran anlayışları ve personel yönetimi konularına hep çok yakındım. Sabah 5’te babamla birlikte otel mutfağındaki kahvaltı hazırlıklarını görmeye gittiğimi bilirim. Üniversiteyle birlikte 1995 yılında staj yapmak için Daily News Restaurant’ta part time olarak çalışmaya başladım ve müthiş keyif aldım. Mutfak, menü hazırlama aşamaları, personel yönetimi, mal maliyetleri kısacası restorancılık hakkında birçok incelik öğrendim. Bununla da yetinmedim, yeme-içme sektörü ile ilgili workshoplara katıldım. Ve öğrendikçe daha çok araştırmaya başladım. Aslına bakarsanız; bence karşılama, ağırlama ve catering hizmetleri bir bütün. Bunları birbirinden ayırmak imkansız. Konuya misafir ilişkileri ve iletişim çalışmaları da eklenince daha profesyonel bir boyut kazanıyor.

Sektörde çok şey öğrendiğim Baget Group Catering ile birlikte yeme-içme faaliyetleri adına bambaşka bir alanla tanıştım. Stad, konser ve büyük alan ikram organizasyonları. Detayı çok olan, koşuşturması bitmeyen bir saha çalışması gerektirmesinin yanında aslında son derece erkek egemen bir iş sahası olan sektörün bu alanından sandığımdan daha da fazla heyecan duydum. Gerçekten çok yoğun ve bir o kadar da yüksek tempolu bir organizasyon silsilesi içinde ulusal ve uluslararası birçok operasyonun içinde yer aldım, bazılarını bizzat kendim yönettim. Büyük ekiplerle çalıştım. Şampiyonlar Ligi Finali Organizasyonu’nda taraftar alanları ve stat içi seyirci catering çalışmaları bizler için, yurtdışı bağlantılı bir organizasyon olması sebebiyle detayı ve yazışma trafiği çok yoğun olan bir dönem oldu. Ama kendi adıma söylemeliyim ki; yeme-içme sektöründeki tecrübelerime bambaşka bir boyut kazandırdı. Yapı olarak söylenmeyi çok sevmem, benim için problem çözmek bu işin doğasında vardır. Bunu en iyi uygulama şansını bu projede yaşadım sanırım.

Buna ek olarak BKM tarafından gerçekleştirilen ‘Kuruçeşme Arena Konserleri’ süresince birbirinden önemli konser organizasyonlarında resmi catering firması olarak hizmet vermek, özel davetleri bire bir yürütmek ve kulis hizmetlerindeki detaylı çalışmalar bana bambaşka bir keyif verdi. Santana, Rihanna, Eric Clapton, Björk, Lenny Kravitz, Kylie Minoque, Michael Bolton, Deep Purple gibi dünyaca ünlü star ve gruplara ek olarak Türkiye’nin en iyi sanatçılarının sahne aldığı Kuruçeşme Arena’da yoğun bir dönem geçirdik, harika anılar yaşadık.begum 2

Daily News restoran yıllar önce Hillside City Club’ın içinde yer alıyordu ve oldukça popüler bir mekandı. Şimdi aynı yerinde yepyeni dizaynı ile tekrar açıldı.

Öncelikle yeniden Hillside Etiler’de olmaktan çok mutluyuz. Haklısınız. O dönemi bire bir yaşamış biri olarak; Daily News-Hillside birlikteliğinin sinema öncesi yemek konsepti anlamında bir ilk ve öncü proje olduğunu söylemek mümkün; ki bu zaten biliniyor. Bizler Daily News olarak; misafirlerimizle o dönemde farklı ve sıcak bir bağ kurmuşuz. Aslına bakarsanız biz bu özel ilişkinin sonraki dönemlerde farkına vardık. Dönem içerisinde gelen istek ve yoğun ilgi bizi tekrar bu projeye yönlendirdi. Markanın bunu hak ettiğini çok uzun zamandır biliyor ve hissediyorduk. Dönemsel olarak restorancılığa ara vererek; kendi kararımızla yeme-içme sektöründe açık olduğuna inandığımız büyük alan catering hizmetlerine yöneldiğimizi belirtmiştim. Biraz önce bahsettiğim gibi; organizasyonlar birbirini izleyince restorancılık biraz daha arka planda kaldı bir süreliğine. Bu ertelemenin belki de bir anlamı vardı. Daily News 14 sene sonra yeniden burada; bambaşka heyecanlarla, ama biriktirdiği anıları da yanına alarak tekrar açıldı.

Daily News’de bizi neler bekliyor?

Yüksek enerjiye sahip bir mekan oldu Daily News. Rahat, samimi ve huzurlu; ambiyans olarak da neşeli ve dinamik. Açılalı çok kısa bir süre olmasına rağmen; misafirlerimizin günün her saatinde rahatlıkla ve keyifle vakit geçirdiklerini iletmeleri bizi mutlu ediyor. Bu, bizim tam da istediğimiz şeydi ve çıkış noktalarımızdandı. Markanın vazgeçilmezi ahşap, sıcaklığıyla yine başrolde. Mekanın dekorasyonu; bizi çok iyi tanıyan, ilk Daily News’un da mimarı sevgili dostumuz Emre Özgüder’e ait. Menüde herkesin kendi damak tadına dokunacak lezzetlere yer vermeye çalıştık. Bir mekanın kendine özgü lezzetleri, onu farklı kılan tatları mutlaka olmalı diye düşünüyorum. Dönemsel olarak menümüzde yenilikler de yapacağız, farklı lezzetlere ve değişikliğe açık bir ekibiz.

Menü belirlerken nelere dikkat ediyorsunuz? Daily News’un en sevdiğiniz lezzeti hangisi?

Menüyü belirleme safhası öncesi ciddi bir araştırma dönemi yaşıyoruz öncelikle. Tecrübelerimize ek olarak; takip ettiğimiz yayınlar, yeni trendler, beslenme alışkanlıklarındaki değişim ve gelişimi mutlaka inceliyor, kendi aramızda yaptığımız toplantılarda değerlendiriyoruz. Misafirlerin istek ve beklentilerinin yanı sıra; yeme-içme alanındaki yenilikler, sağlıklı yaşamın olmazsa olmazı sağlıklı beslenmeyle ilgili detayları da dikkate alıyoruz. Menüde çeşitlilik önemli bir konu. Misafirlerin günün her saatindeki beklenti ve tercihlerine uygun seçenekleri sunmak için istekleri mutlaka dikkate alıyoruz. Bazen bu durum öngörü sonrası tecrübe ile de harmanlanıyor. Menüde eklemeler, değişiklikler de beklentilerle birlikte şekilleniyor.

Menüyü belirlerken; misafirlerimiz için klasikleşmiş tatları korumaya ama menüyü yeniliklerle zenginleştirmeyi ön planda tuttuk. Misafirlerimizin vazgeçemediği tatlardan Daily News Monaco, Bonfile Provançale ve Daily News Pizza gibi klasiklerimizi menüye koymama gibi bir şansımız zaten yoktu. Benim olmazsa olmazlarım Bonfile Provançale ve pizzalardan da Rustica. Bonfile Provançale etiyle, sebzesiyle ve sosuyla, iki kişinin paylaşabileceği şekilde, özel bir sunumla geliyor. Bresaola ve roka sevenler ise mutlaka Pizza Rustica’yı denemeli…

Daily News için büyüme planınız var mı? Yoksa tek yerde ve özel olarak kalmayı mı tercih ediyorsunuz?

Özel hayatta olduğu gibi iş hayatında da planlar belli bir noktaya kadar tasarlanabiliyor. Bunu belirleyen birçok faktör var. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum, sektördeki ihtiyaçlar ve yeni açılımlar, sektörü etkileyen birliktelikler bunda önemli rol oynuyor. Şimdilik böyle bir uzun vadeli planımız yok ama gelecek günler ne gösterir onu da bilemeyiz tabi ki.

Yoğun çalışma temposu gerektiren bir işiniz var. Bir anne olarak bu tempoda hem çalışmayı hem de çocuğunuzla ilgilenmeyi nasıl başarıyorsunuz? Bunun püf noktalarını bizimle paylaşır mısınız ?

Hamileliğimin altıncı ayına kadar çok yoğun çalıştım. İkram ve davet organizasyonlarının en yoğun dönemleriydi ve doktorum artık o ay itibariyle dinlenmem gerektiğini söyledi. Önce kendimi çok büyük bir boşluk içinde hissettim, koşuşturmayı bırakınca da aslında ne kadar yorulmuş olduğumu fark ettim.

Oğlum Berk doğduktan sonra yaklaşık üç sene işlerimi hayli hafiflettim ama asla işten kopmadım. Şunu belirtmem gerekiyor ki; önceliğim oğlumun mutluluğu ve onunla gerçekten her anın keyfini çıkarmak. Bu dönemlerin bir daha geri gelmeyeceğini o büyüdükçe daha net görüyor ve hissediyorum. Ama işimi de çok seviyorum. Denge kurmaya çalışıyorum. Sanırım bunun en önemli püf noktası günü iyi planlamak. İşle ilgili mutlaka bir öncelik sıralamam vardır. Berk’in okulda olduğu saatlerde daha aktif çalışıyorum. Onunla geçireceğim zamanlarda ise tamamen yaptığımız aktiviteye ya da geçirdiğimiz ortak zamana focus oluyorum. Berk’i okula mutlaka ben bırakıyorum ve ben alıyorum. O saatlere toplantı koymamaya gayret gösteriyorum. Arkadaşları ile birlikte zaman geçirdiği önemli sosyalleşme anları olan doğum günleri, özel kutlamalar ve partilerde birlikte çok eğleniyoruz. Berk’le en doğru iletişimi kurmak, onun beklentilerini kendi dilinden daha iyi anlayabilmek adına; iç sesime güvenmenin yanı sıra çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda danışmanlık alıyorum. Etkili anne-baba olmak adına gerçekleştirilen eğitimlerin önemine inanıyorum. Okuldaki seminerlerin de düzenli takipçisiyim.

İlerde çocuğunuzu sevdiği mesleği bulabilmesi için nasıl yönlendirmeyi düşünüyorsunuz?

Bununla ilgili en önemli etken; çocuğun ilgi alanı, dönem içerisinde geliştirdiği kabiliyet, yatkınlık ve yöneldiklerini dikkate almak sanırım… Açıkçası oğlumuz henüz küçük olduğu için konuyu çok detaylı değerlendirmedik ama genel bir fikrim oluşmaya başladı. Elbette ki anne babalar olarak bizler; sosyal aktivitelerin yanı sıra çocuklarımızı birçok spor dalına, müzik enstrümanına, sanatsal aktiviteye yönlendirmeye çalışıyoruz. Ama meslek seçimi daha ileriki yaşlarda başka disiplinleri de beraberinde getiriyor. Bunda çocuğun analitik, sayısal, sosyal ya da dilsel zeka gibi yatkınlık konuları son derece önem kazanıyor. Ben şahsen bu konunun çocuğa ve yaşa özel olarak belirlenmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Mutlaka ki doğru yönlendirmeler ve profesyonel bir bakış açısından alınan görüşle de doğru noktaya daha kolay ulaşılabilir.

Hillside City Club gibi önemli bir spor merkezinin içinde bir restoran sahibi olmanın kişisel olarak en büyük faydası istediğiniz zaman spor yapabilme özgürlüğü ve imkanıdır herhalde. Kulüpte hangi sporları yapmayı seviyorsunuz?

Keyifli ama koşuşturması bol olan bir dönemdeyiz. Zamanı iyi planlamaya çalışsam da henüz spora vakit ayıramadığımı üzülerek fark ediyorum. Ama çok haklısınız. Hillside’ın içinde bir işletmeniz varsa; spor kaçınılmaz olmalı. Sporun hayatımda daha çok olması gerekliliğine inanıyorum. Sanırım ben de en kısa zamanda yoğun iş temposundan sıyrıldığım zamanlarda Hillside’da doğru yönlendirme ve programla en kısa zamanda spora başlayacağım.

Ama en sevdiğim sporlar diyorsak yüzmeyi ve yürümeyi çok seviyorum. Her iki sporu yaparken; beynimin tamamen rahatladığını hissediyorum. Adeta meditasyon gibi benim için. Hamileliğim süresince hamile yogası yaptım, çok da faydasını gördüm. Sonrasında da ara ara devam ettim ama yoğun iş temposundan sürekliliğini sağlayamadım. İsteğim ve dileğim yogayı en kısa zamanda hayatıma tekrar düzenli olarak sokabilmek. Umarım başarırım.begum 3

Bir kadın olarak alışveriş yapmayı sevdiğinizi düşünüyorum. En çok ne alışverişi yapmaktan hoşlanırsınız? Nerelerde alışveriş yapmak sizin için daha keyiflidir?

Alışveriş yapmayı tabi ki severim ama önceliklerim arasında çok da başı çekmiyor. Spontan alışveriş daha hoşuma giden bir şey sanırım… Klasik ve sade bir stilim var. Aldığım parçaları uzun süre kullanabiliyorum, trendlere çok bağlı kalmadığım için… Kıyafet kombini yapmayı severim. Yoğun ve koşuşturmalı bir iş hayatım var. Bu tempo içerisinde kendimi gün içinde rahat hissedeceğim tarzda giyinmeyi tercih ediyorum. Sanırım Yunan Adaları’ndaki ufak butiklerden yaptığım alışverişler bana en çok keyif veriyor. Bazı olmazsa olmaz yerlerim var. Yaz insanıyım. Panama şapkalar, uzun elbiseler, hasır çantalar ve her türlü aksesuar, adalardan her sene bıkmadan alacağım parçalar arasında…

Dünyanın hangi şehri kendinizi en ait hissettiğiniz yerdir?

İzmir… Her ne kadar eğitim amaçlı erken yaşta İstanbul’a gelmiş olsam da; kendimi en ait hissettiğim yer orası. İzmir benim için halen aile, yuva, çocukluğum, geçmişim ve samimiyet demek. Her köşesinde anılarım var. İzmir’in dokusunu, insanını; İzmirli’nin hayata bakış açısını çok seviyorum. Orada doğup büyüdüğüm için de kendimi çok şanslı hissediyorum. Çok mutlu, güzel, dolu dolu bir çocukluk geçirdim çünkü…

Bugün, şimdi size bir uçak bileti versem üzerinde hangi ülkenin isminin yazmasını isterdiniz?

Tayland bileti olabilir pekala… Keyifli de olsa yorucu bir dönem geçirdim Daily News’un kurulum aşamasında… Bangkok Mandarin Oriental’ın spasında üç gün boyunca yenilenmeye ve Chatuchak Pazarı’nda tüm gün alışveriş yapmaya hayır demem açıkçası…

Uçakta yanınıza okumak için hangi kitapları alırdınız?

İlham ve yaşama sevinci veren kitapları seviyorum. Biyografi ya da yaşam deneyimlerini içeren yaşanmış hikayeler her zaman ilgimi çekiyor. Oprah Winfrey’nin “Artık Biliyorum”u ile Gülriz Sururi’nin “Zefiroz: Edebi Gençlik Rüzgarı” kitapları bence uçak yolculuğuna eşlik etmek için iyi birer alternatif…

Gelecek hayallerinizi neler süslüyor?

Gelecekle ilgili plan ve program yapmayan biriyim. Ama hayal kurmayı severim. Hayallerin tılsımına inanırım. Ailemle, sağlıklı ve huzurlu olmak ve sevdiğim işi yapıyor olmaya devam etmek en büyük dileğim…