HILLSIDER 43 / GÜLEÇ İNSAN, GÜZEL İNSAN: MEHMET SEZGİN

44 yaşında olan ama öyle hissetmeyen Mehmet Sezgin, ODTÜ İşletme mezunu. Biri 17, diğeri 13 yaşlarında 2 çocuk babası. Hem evinde, hem iş dünyasında, hem de sosyal yaşamında çok seviliyor. Çok kitap okuyan ve kendini çok yenileyen bir bankacının oğlu. Vefat ettiğinde çantasında bir küçük kâğıtta G7 ülkelerinin milli gelirleri olan, hiçbir zaman ortaya boş konuşmayan, klasik müzik sevdalısı bir beyefendinin… Çok kısa da olsa öyle saygıyla bahsetti ki babasından, röportajımız boyunca, yansıttığı inceliğin, hoşsohbetin ve güleryüzün, rahmetli babasının etkileri olabileceğini düşündüm ister istemez.

İpek Kigan: Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Gerilere dönelim.  

Mehmet Sezgin: Bu benim en sevdiğim sorudur. Çünkü genelde insanlar şu şehirde doğmuşum, 20 yıl orada yaşamışım falan diye anlatırlar. Bense hiçbir yerde hemen hemen 3-4 yıldan fazla kalmadım, uzun yıllar yaşamadım aslında. Doğum yerim Antalya, Antalya’da 4 sene yaşamışız. Oradan 1-2 seneliğine Anamur. Anamur’dan 2 sene için İnegöl. İlkokula başladığım yer İnegöl. Orijinal İnegöl köftelerini bilenlerdenim yani. Oradan Bartın’da 1-1,5 sene. Daha sonra Ege’ye geri dönüş; Ödemiş. Karpuzu ve patatesiyle ünlü kasabamız. Ondan sonra İzmir. İzmir’de liseyi bitirdim. Sonra bir sene AFS’yle Amerika’ya gittim. Bir lise diploması daha aldım, çift dikiş olsun diye. Dönüşte ODTÜ’yü kazandım. Bu sefer 4 sene Ankara var. Okuldan hemen sonra sınıf arkadaşım olan eşim Mutena’yla evlendik.

Oldukça hareketli bir gençlik dönemi. İş hayatına nasıl başladınız?

İlk çalıştığım yer PriceWaterhouse, danışmanlık şirketi. O zamanlar Ankara’daydı PriceWaterhouse ve KİT’lere danışmanlık vermek üzere kurulmuştu. Çok ilginç bir ortamdı benim için. Sonra evlenince İstanbul’a geçtik. Ben de bankacılığa girdim. İstanbul’da İnterbank, o zamanki adıyla Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası’nda müfettişliğe başladım. Bu dönemi takiben 14 ay askerliğim var. Gene Ankara… O sırada Fulbright burs sınavlarına da girmiştim. Ve kazandım. Eşimle beraber kurduğumuz evi kapattık. İki seneliğine tekrar Amerika’ya gittik. Gördüğün gibi sürekli geziyoruz.

Evet, hayatınız böyle bir kurgunun üzerine kurulmuş. Peki, her şeyi kurduktan, evlenip, işe başladıktan sonra neden Fulbright bursu alma ihtiyacı duydunuz? Master yapmak mı  istiyordunuz?

Ben işletmeciliği çok severek okudum. Bizim zamanımızda önce mühendislik, avukatlık favori idi, sonra bir ara tıp moda oldu. 70’li yılların ortalarından 80’lerin ortalarına kadar Türkiye’de bütün zeki, çalışkan öğrenciler tıbba girdiler. Ama ben işletmeciliği hep istemiştim, annemin etkisiyle… “Oğlum bizim ülkemizde işletmecilik eksik, her şeyimiz var ama bak bir araya getiremiyoruz” derdi. Annelere özgü bir şey vardır ya, altıncı his mi diyeceğiz ona, sağduyu mu, bilemiyorum. Dolayısıyla işletmeciliği isteyerek okuyan ender azınlıktan biriydim ben. Bir taraftan okumaya devam etmeyi istiyordum, bir taraftan da Amerika’ya tekrar dönüp, ODTÜ’deki bütün o İngilizce kitaplarda anlatılan, Amerikan şirketlerinden örnek verilen vakaları gerçekten öyle mi değil mi diye görmek, anlamak istiyordum. Tabii o zamanlar bu kadar entegre değildi dünya. İnternet yoktu. Kısaca o ortamı -belki çalışma imkanı da bulurum ümidiyle- bir daha yaşamak istedik. Eşim de destekledi sağ olsun. Cesur bir karar aldık. Ama bence gayet de iyi olmuş. University of Massachusetts Boston’da master yaptım. Ben MBA yaparken eşim de Harvard’ın bir sertifika programı var derece veren, oraya gitti. Sonra eşimin hamile olduğunu öğrendik. Eşim hamile hamile hem okula gidiyordu, hem de bir bankada part-time çalışıyordu. Ben de ödevlerine yardım ediyordum. Yani Harvard’dan da mezun oldum gözüyle bakıyorum kendime. Bayağı bir ödev yaptım çünkü. Proje yaptık beraber. Dolayısıyla iki seneyi dolu dolu yaşadık.

Zor ama aynı zamanda keyifli ve heyecanlı bir dönem olmuş sanırım sizin için?

Bu tür zorluklar insanların ileride güçlüklere karşı daha olgun olmasına yardımcı oluyor herhalde. Bunu da bilinçli yapmıyorsun. Öyle bir otomatik olgunlaşma süreci yaratıyor sana. Sonra 90 yılında İstanbul’a dönünce, artık buraya kesin yerleşmeyi becerdik.

Eğer bu sefer de sabit bir yere yerleşemeseydiniz, gerçekten ben yorgun düşecektim. Dönüş sonrası neler yaptınız?

Pamukbank’a girdim. Bank 24 bölümünü kurdum. O zaman Türkiye’de ATM’ler daha yeni yeni ortaya çıkmaya başlıyordu. Bir tek İş Bankası’nın ve Yapı Kredi’nin vardı.

Bankada çalışmak sizin mi özel tercihiniz oldu, yoksa biraz olaylar mı öyle gelişti?

Olaylar öyle gelişti. Şimdi benim babam da İş Bankası’ndan emekliydi. Dolayısıyla ben hiçbir zaman bankacı olmayı düşünerek mezun olmadım. Hele ODTÜ zaten daha ağırlıklı genel yönetici yetiştirir. Biz hepimiz oradan çıkıp genel müdür olmaya hazırlanıyoruz otomatik olarak (gülüyor). Dolayısıyla bankacılık aslında içimde yoktu. İnterbank’da teftişe başlamam, ekonomik imkanlar yüzündendi. Şöyle söyleyeyim; PriceWaterhouse’da çalışırken 90 birim alırken, Interbank’da 200 birim civarında almaya başladım. Bu tabii bizim gibi hayata yeni atılan, yeni evlenen insanlar için önemli bir atlamaydı. Ama bu kadar sene, geleneksel bankacılık alanlarından çok, organizasyon, sistem analizi, ATM, sonra kredi kartları derken, hep böyle bankacılığın daha müşteriye dönük yüzünde çalışmaya özen gösterdim. Sonra 93 başında Master Card’ın Türkiye ofisininin açılması gündeme geldi. “Bu işin başına geçer misin?” dediler. Orada 6,5 sene çalıştım. Benim için gene çok öğretici, güzel şeyler yapabildiğim bir dönem oldu. Ofis İstanbul’daydı ama orada ayda iki kere düzenli yurtdışı seyahat vardı. En son olarak 7 yıldır, Garanti Bankası’dayım.

Genelde hep uzun çalışmışsınız çalıştığınız yerlerde.

Evet. Ben bir sistem kurup, onun üzerinde bir şeyler yapmayı seven bir insanım. Bunu da üç-beş ayda yapıp, sonuç alamıyorsunuz. Dolayısıyla çok kısa sürede iş değiştirmektense, o yaptığım işi büyütmek, farklı alanlara sokmak önemli benim için. Son 15 yıldır yaptığım işi “Ödeme Sistemleri” diye tanımlıyorum. “Ödeme Sistemleri”nde rakibiniz nakit. Yani nedir bizim ütopyamız? Biz nakitsiz toplum istiyoruz. Kimsenin cebinde nakit olmasın diyoruz. Nakit vergi kaçırtır, nakit kaybolur, nakiti bir yerden bir yere taşımak maliyetlidir diyoruz. O yüzden bizim arzumuz; denetim sistemi mekanizmaları çalışan bir bankacılık içinde elektronik altyapılı ödeme sistemleri.

Şu anda sizin cüzdanınızı açsak baksak, içinden nakit çıkar mı?

Nakit çok azdır. Ben taa Bank 24 projelerinden beri çok az nakit kullanan bir insanım. Sisteme inanan bir insanım.

Sizin bölümünüz -ödeme sistemleri-, o da direkt kredi kartlarıyla mı ilgili?

Kredi kartlarının yanında banka kartları da var, POS tarafı da var, internet tarafı da. Kredi kartı, banka kartı -bunlara ben iceberg diyorum- hepimizin cebinde küçücük plastikler var. Ama bunların altında tabii inanılmaz da bir sistem olması lazım. Kime, hangi limitle, hangi kartı vereceksiniz? Çünkü bankacılık sonuçta bir riski yönetme sanatı. Bankacılığın yanında da Bonus, Shop&Miles, Flexi, &Club gibi tasarım, hizmet ve marka yaratma konularıda öne çıkıyor.

Emeklilik düşünüyor musunuz?

Garanti Emeklilik üyesiyim evet ama..

Tabii sizin için erken ama artık işten biraz daha özele girmek için bir adım attım aslında. İşin doğrusu emeklilik hayallerinizi soruyorum. Bu işi bıraktığımda şunu yapacağım diye hayal ettiğiniz bir resim var mı?

Çok uzun dönemli o tür beklentileri henüz koymadım kendime. Önce sorumluluklarım var. Mutena’yla benim yapmamız gereken şey; oğullarımızın yaşama son derece hazırlıklı bir şekilde başlayabilmelerini sağlamak. O yüzden ikimizin de daha kısa vadeli hedefleri var. Örneğin; hem Fırat’ın, hem Sercan’ın düzgün, kendilerinin işine yarayacak, kişiliklerine uygun üniversitelere gidip mezun olmaları. O yüzden özel yaşamımdaki birinci hedefim bu. O olana kadar da pek bir emeklilik fikri oluşturmuyorum açıkçası.

Siz yurtdışında eğitim aldınız. Çocuklarınız için de bunu istiyor musunuz?

İstiyorum. Çünkü çocukların kişiliklerinin ortaya çıkması, biraz daha güçlüklerle karşılaşılmasıyla oluyor. Şimdi Türkiye’de -Allah’a bin şükür- çocuklar çok rahat koşullarda büyüyorlar. O yüzden hem Fırat’ı, hem Sercan’ı çok küçüklüklerinden beri tek başlarına yurtdışına kamplara yolladık. Hem de hiçbir Türk’ün olmadığı, internetin olmadığı, cep telefonlarının çekmediği, dağ başlarındaki kamplara.

İnanmıyorum! Endişe etmediniz yani. Ben yollayamazdım herhalde.

Erkek çocuk olunca biraz o riski almak lazım. Çocukların üniversite eğitimlerini Amerika’da almasında büyük yarar görüyorum. Şu anda bence bizlerin anne-baba olarak yapması gereken; evrensel niteliklerde, evrensel yeteneklere sahip insanlar yetiştirmek. Kastettiğim; “Türkiye’nin en iyisi olmak” demek değil, “yaptığın işte gerçekten kalite olarak dünyanın en iyilerinden olmaya çalışmak” demek.

Anladığım kadarıyla siz daha yıllarca çalışırsınız.  

Dediğim gibi kısa vadede, daha az çalışacağım bir dünya açıkçası öngörmüyorum. Bence en önemlisi sağlık tabii ki. Sağlığımız olduğu sürece insanların yaşamın içinde kalmasında yarar var. Hep düşündüğüm şeylerden bir tanesi de üniversitede ders vermektir. Çünkü işimizi yaparken çok fazla kitap okuyarak, araştırma yaparak, değişik yerlerde incelemeler yaparak o fikirleri ortaya çıkartabiliyoruz. Yoksa durup böyle, hiss-i kabl-el vuku olmuyor. O kitapları okudukça, seminerlere, konferanslara gittikçe kendinizi yenileyebiliyorsunuz. O yüzden pratik hayatla da birleştirebiliyorsunuz. Bizim çıkardığımız birçok ürün “o kitaplardaki fikirleri nasıl uygulayabiliriz” düşüncesiyle oluştuğu için üniversitede ders vermek kafamın bir tarafında hep var açıkçası. Ha o çerçevede işte günün birinde acaba doktora yapayım mı diye de düşünüyorum. Hatta son zamanlarda işletmeciliğin dışında tasarım üzerine de çalışma yapmayı düşünmeye başladım.

Bunlar bence hem eğitime duyduğunuz sevgiyi, hem de yeniliğe çok açık bir kişilik olduğunuzu gösteriyor. Ve “tamam artık, bu yaşta bunlar yapılır” kalıbından uzakta olduğunuzu… Bence çok güzel.

Burada bir şeyi söylemekte yarar var; ben çok iyi birer anne-baba sahibi olan bir kişiydim ve o tür değerler bizim ailemizde çok doğaldı. Başka türlüsünü düşünemiyorum. Ben büyürken evimizde 4-5 bin tane kitap vardı. Onların bir kısmı şimdi bende, babamdan bana geldi.

Çocukluğunuzda çok kitap okuma alışkanlığınız var mıydı?

Bizim çocukluğumuzda kitap okumak çok doğaldı. Benim kendime özgü kütüphanem vardı. Yani sürekli öğrenmek, insanın kendini yenilemesi ve öğrenmenin insan yaşadığı sürece beynin doğal bir parçası olması benim için “iki kere iki dört”tür. Yaşadığınız sürece öğrenmeniz lazım. Bir de şimdi bizim çocukluğumuza göre işler çok farklı. Yani internetten girip her şeyi arayabiliyorsun. Avrupa’ya, Amerika’ya gitmek çok zordu. Şimdi çok kolay. Kredi kartına sekiz-on taksit. Atla uçağa git. Her yabancı dil ayrı bir insan demek. Biz sadece İngilizce öğrendik. Annelerimiz babalarımız bunun için çok büyük çaba sarf ettiler. Ama bizden sonra gelen nesil ana dili dışında mutlaka 2 dil daha konuşmak zorunda. Çünkü dünya çok daha fazla bir iletişim içerisinde. O iletişime sadece İngilizce’yi koyarsanız ilişki daha fazla iş ilişkisi olarak kalacak. Ama kültürel işbirliği yapmak istiyorsanız diğer dilleri de öğrenmekte büyük yarar var. O yüzden seyahat, yabancı dil ve okumak benim şirketimde de “mutlaka yapmanız lazım” diye konuştuğum şeylerin başında geliyor.

“Seyahate önem veriyorum” dediniz. Sizin en çok gitmekten hoşlandığınız yerler neresi?

Avrupa’da, Amerika’da hatta Avusturalya’da birçok değişik yere gittik. Bazen çocuklarla gidiyoruz, bazen iş seyahati oluyor. Ama daha görülmedik çok da yer var. Örneğin Güney Amerika’ya gitmek istiyorum. Ondan sonra mutlaka bir Çin var. Beni en çok çeken şey doğa. Doğanın kendine özgü harikalar yarattığı, o resimlerde gördüğümüz güzellikleri kendi gözümle görebilmek benim için çok büyük mutluluk. Cennet de cehennem de bu dünyada bir yerde. Gezegenimizde o kadar büyük güzellikler var ki; onları görebilmek bizi çok çekiyor. Ülkemizde de çok güzellik var. Nemrut’ta güneşin doğuşunu seyretmek, Mardin’de gezmek, Doğu Karadeniz’de o yeşillikler arasındaki yaylalarda dolaşmak… O güzellikleri hafızaya alıp, dönünce işinize de yaratıcılık geliyor. Aile ilişkilerinde dahi bir rahatlama oluyor. Ama daha da önemlisi bence dünyanın, evrenin ne kadar büyük, ne kadar güzel olduğunu görüp, kendinizin de onun bir parçası olduğunu hissetmek ve o ahenk içinde yaşamaya çalışmak. Doğa bence insanı temizleyen, kendisini yeteri kadar önemli hissettirtmeyen bir unsur. Hepimiz istemeden de olsa hep “ben ne kadar önemliyim” diye yaşıyoruz. Halbuki derler ya “Mezarlıklar vazgeçilemeyen insanlarla doludur.” diye. İşte doğanın büyüklüğü, çeşitliliği ve gücü aslında bizlerin ne kadar büyük bir resmin küçücük parçası olduğumuzu gösteriyor bize. Egosuz yaşam ise çok daha barışçıl…

Doğayı bu kadar seviyorsanız doğayla ilgili, onunla iç içe olduğunuz sporlar yapıyor musunuz?  

Okuldayken dağcılık gibi hobilerimiz vardı artık yapamıyoruz. Dolayısıyla bizim sporlarımız Hillside’ın salonları içinde veya tenis kortlarında. Çocuklar kayak öğrensin diye 4-5 yıldır kayağa merak sardık. Bir de yelken çok uzun yıllardır kafamızda olan bir şey ama biraz daha vakti var. Fiyatları araştırmaya başladık. Adım adım gidiyoruz. Önümüzdeki yaz inşallah tekne işine gireriz. Hillside yarışlarına katılırız belki.

Nasıl bir çocuktunuz? Konuşkan? hareketli?

Aynen öyle. Oldukça hareketli, yani düşüp, bir sürü yerimi yaraladığım bir çocukluğum oldu. Ama bahsettim ya, küçük kasabalarda büyüdüğümüzden bizim için evde oyun yoktu zaten. Ben orta ikiye gelene kadar televizyon yoktu bir kere. O yüzden evde biz ya radyo ya da babamın klasik müzik plaklarını dinlerdik. Ama ben dışarıda bol bol bisiklete binerdim. Gözlerim bozulup, miyop gözlükleri takana kadar çok futbol oynadım. Gözlükler kırılmaya başlayınca ne yazık ki bıraktım. İyi okurdum, çünkü o zamanlar okumadan bir yere gelmenin mümkün olmayacağını bilirdik. O yüzden okulda teneffüste sınıfın en çılgın adamı olurdum ama ders içerisinde dalga geçmezdim.

Çocukluk dönemlerinizde hayal ettiğiniz meslek neydi?  

(Gülerek) Başbakan olmayı düşünüyordum.

Çok güzel. Hâlâ olabilirsiniz. Önünüzde hâlâ imkân var.

Yok, yok. Politika çok farklı bir alan. Çok farklı ve büyük fedakarlıklar gerektiriyor. O çizginin çok dışındayım. Türkiye’nin çözülmesi gereken ve çözülebileceğine inandığım -iyimser bir insanım genelde- birçok sorunu var, bunlara  bir an evvel çözüm getirilebileceğine inandığım için başbakan olmak isterdim. Bir de arkadaşlarıma göre çok daha fazla kitap okuduğum için, o dönemde de benim Türkçem, diksiyonum çok düzgündü. Birçok kişi “sen politikaya atıl” derdi. Babam da bana hep öğüt verirdi: “İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar, düzgün konuşacaksın”, “Düşüncelerini düzgün ifade edeceksin”. “Bin kelimeyle düşünürsen bin kelimeyle konuşursun, beş bin kelimeyle düşünürsen beş bin kelimeyle konuşursun”.

Sonuçta yöneticiliğe bir yakınlık varmış demek ki. Peki seyahat ve sporun  dışında, özel bir ilgi alanınız var mı?  

Benden çok daha renkli bir kişilik çıkarmaya çalışıyorsun ama yok.

Hayır. Sadece sizi daha iyi tanımaya çalışıyorum.

Aslında şöyle; olabilecek ama yapamadığım şeyler var. Örneğin müzikle çok uğraşmak isterdim ve birçok insana göre daha fazla müzik kulağı olan bir insanım. AFS’yle gittiğimde okul orkestrasında bateri çalmıştım. Hep istediğim şeylerden biri; evde bir bateri köşesi olsun ve ben işten geldiğim zaman onu çalarak rahatlayayım. Şimdi Fırat bu yaz öyle bir okul buldu. Ona gidecek. Eğer gerçekten ilgilenirse onunla beraber bu işlere biraz girebilirim. Bir bu var, bir de teniste düzeltemediğim 4-5 tane şey. Zaman ayırıp, 1-1,5 ay profesyonel bir tenis okuluna gitsem, sürekli olarak tenis oynayıp yanlışlarımı düzeltsem. O var kafamda yapmak istediğim.

Turnuvalara katılıyor musunuz?

Çok az. Vakitler denk gelmiyor. Yani tam final maçı olacak, seyahatte oluyorum. Bizim küçük oğlanla beraber Hillside’da babalar günlerinde yapılan mini turnuvalara katılıyoruz iki-üç senedir. Çok fazla katılan olmadığı için de ilk üçte yer alıyoruz.

Turnuvalarda yarışma duygusu daha çok pekişiyor, değil mi?

Evet, ama ben iş yaşamımda belki çok fazla rekabete dayanan işlerle uğraştığım için, tenis oynarken karşımdakini yeneceğim diye motive olamıyorum hiçbir zaman. Yenme hırsı yoktur bende. Benim için bu bir kendini yenileme, kendinle uğraşma. Yani o vuruşu neden hala eğri yapıyorum diye kendime kızıyorum sonuçta.

Hillside’la çok iç içe yaşıyorsunuz? İlişkiniz ne zamandır sürüyor? 

1995’lerden beri aslında buraya gelip gideriz. Birçok kere üyeliklerimiz 1 yıllık-2 yıllık oldu, bitti. Sonra 2000 yılında Alkent’ten bu evi alınca, ki almamızın en önemli etkeni de karşıdaki tenis kortlarıdır, o zaman 10 senelik üye olduk. O zamandan beri tabii ki daha sık spor yapma imkanına kavuştuk. İnsan kalitesi belli bir düzeyde olup, o düzeyi sürekli hale getirebildiğiniz zaman bu tür servis işlerinde fark yaratıyorsunuz. Hillside’ın başardığı en büyük şey de o. Yoksa konseptlerin modası gelir geçer, zaman içinde değişebilir ama hepimiz insanız. Dolayısıyla hepimizin iş dışındaki zamanlarda en aradığı şey; insani sıcaklık. Ama sululuğa varmayan sıcaklık. Hillside’ın bence başarısı bunu tutturabilmesi. Örneğin ailecek bir tatil köyüne gidelim, bir hafta yiyelim, içelim, bu bize çok uymaz. Biz farklı yerler görmeyi tercih ediyoruz. Bu bir tek Hillside’da bozuldu. Her sene çoluk çocuk mutlaka Fethiye’ye gidiyoruz. Çok çok güzel. Kendinizi iyi hissediyorsunuz orada. Herkes güleryüzlü, herkes çok hoş. Hoşumuza gidiyor tabii ki. Orayı özlüyoruz. Babamın gene az ve öz bir lafı vardır: “Güleç insan güzel insandır”.