AKARE MAGAZİNE 2002 / TATLI BİR NEFES: CEM CEMİNAY

Her gün Onunla beraber eve gidiyorum. Bütün gün yorulmuş ve belki de duymak istemedikleri yüzünden yıpranmış kulağımda enerjik bir ses ve tatlı bir nefes olarak yerini alıyor.  Her akşam beni arabamda bekleyen bir arkadaş gibi. O gün de beni Vakkorama’da  bekliyor. Ama bu sefer sadece bir ses olarak değil, başlı başına Cem Ceminay karşımda. %100 canlı, %100 heyecanlı. Onunla Amerika’da gördüğü eğitimden, karşılaştığı zorluk ve güzelliklerden, orada  geçirdiği koskoca 14 yıldan ve radyoculuktan yani hayatına dair çok şeyden bahsediyoruz. Canlı yayın başlayana kadar konuşuyoruz. Cem Ceminay bir enerji olup stüdyoyu kapladığında ise bana  yer kalmıyor artık. Sessizce kapıyı kapatıp, çıkıyorum…

İpek Kigan: Yurtdışına ne amaçla gitmiştiniz?

Cem Ceminay: Ben Amerika’ya, marketing management konusunda master yapmak için gittim. 2 sene kaldım ve yüksek lisans  eğitimimi bitirip, dönüp askerliğimi yaptım. Kısa dönem bir askerlik vardı o zaman. 4 ay sürüyordu. 1-2 sene Türkiye’de kaldım. Ama burada yapamadım. Aklım Amerika’da kaldığı için tekrar oraya döndüm ve 14 sene yaşadım. Los Angeles’ta, Ohio’da, Amerika’nın her yerinde yaşadım. 

İ.K: Amerika’nın farkı neydi? Neden Türkiye’de yapamadınız?

C.C: Aslında master için İngiltere’ye gidecektim. Ama bir pazarlama hocam vardı. Amerika’da bulunmuş ve oradaki eğitim sistemini çok iyi biliyordu. Hani herkes hayatında bir öğretmeninden çok etkilenir ya bende ondan çok etkilenmiştim. O bana mutlaka Amerika’ya gitmem gerektiğini söyleyip, gerekli her türlü yardımı yaptı. Onun sayesinde ben fikrimi değiştirip, Amerika’ya gittim. Oradaki hayatı gördükten sonra Türkiye’de onu aradım açıkçası.  Kendimde önemli bir eksiklik varmış gibi hissettim. Oraya doymadığımı fark ettim. Bu arada da Türkiye’de bir takım kargaşalar vardı. Bunlar 1978 yılında oluyor. Yani beni buradan uzaklaştıracak mümkün olan her şey mevcuttu. Bende kaçtım gittim yani.

İ.K: Türkiye’de geçirdiğiniz o kısa süre içinde çalıştınız mı?

C.C: Evet. Ama gayet mutsuz ve amaçsız işlerdi bunlar. İşini severek yapmıyorsan, hoşuna gitmeyen bir şeyler yapıyorsan ve aslında kariyerinden farklı şeyler bekliyorsan, sorun var demektir. Ne olursan ol hiç önemli değil. Amerika’da olsaydım o zamanda Türkiye’ye dönerdim.

İ.K: Kariyerinizden ne bekliyordunuz?

C.C: Benim aslında en büyük aşkım radyo aşkıydı. Her zaman radyoculuk yapmak istedim. TRT’nin İstanbul Radyosu’nda radyoculuk deneyimim olmuştu. Orada müzik programları yapardım ama geleceğim olarak düşünememiştim. Çünkü o zamanlar iletişim diye bir şey yoktu. İletişim branşı, özel radyolar yoktu. Ve ben bu yüzden belki de hayatımın en büyük hatasını yapıp, yüksek lisans eğitimimi işletme üzerine yaptım. Radyoculuğu ihmal ettim.  Amerika’da da  radyo ile ilgili kurslara gittim ama profesyonel radyoculuk yapamadım. 

İ.K: 14 sene boyunca ne iş yaptınız peki?

C.C: Satış ve pazarlama konusunda çalıştım. Bilgisayar ile ilgili ürünler falan sattım. Ama orada da ürün pazarlıyordum, burada da kendi fikirlerimi, kendi esprilerimi pazarlıyorum. Sonuçta olay hep satış. Ağzı laf yapan insan olmak gerekiyor. çünkü karizmanı göstereceksin, insanları etkileyeceksin, onları inandıracaksın. 1991 yılında döndüğümde burada radyoculuğa başladım.

İ.K: Amerika’da okumak size neler kazandırdı?

C.C: Özellikle yeni bir hayat görüşü. Amerika belki örnek alınması gereken  değil ama mutlaka gidip görülmesi gereken bir yer bence. Gezdim, gördüm, çalıştım ve mutlu bir şekilde 14 sene yaşadım. Bu yüzden şanslı hissediyorum kendimi. Başlı başına hayat deneyimiydi benim için. Eğitim her açıdan çok önemli. Belki yaptığım master konusunu mesleğim için  gerekli bir konu değildi ama bu sayede her telden çalabiliyorum. Genel kültürüm genişledi. Hayat görüşüm farklılaştı. Orada başka insanlar ile tanışıyorsun, onların hayat görüşüne ortak olabiliyorsun, görüş vizyonun genişliyor. Amerika’ya gittiğim de ana dilim gibi İngilizce biliyordum. Ama ona rağmen sudan çıkmış balığa döndüm. Hiçbir şeyden haberim olmadığını oraya gidince gördüm. O hayatı görmek, disipline girmek ve o  yalnızlığı, tek başınalığı  yaşamak  çok şey kazandırıyor insana.

İ.K: Siz kendinizi yalnız hissettiğiniz zaman ne  yapardınız? Nelere sığınırdınız?

C.C: Ben fazla yalnız kalmadım aslında. Evlendim ve 2 tane de çocuğum oldu.

İ.K: Yabancı olmanın getirdiği yalnızlık peki! Evlenseniz de sonuçta bir Türk’sünüz. Onun zorluklarını nasıl aştınız?

C.C: Beni hiçbir zaman yabancı gibi görmediler. Sarı saçlı, mavi gözlüyüm. Çok iyi derecede İngilizce konuşuyordum. Bir Amerikalı’dan farkım yoktu. Yabancı olduğumu düşünenler ise İsveç’liye Alman’a falan benzetirlerdi. Bir de ben karakter olarak yalnız kalmasını seven ama yalnızlığı sorun etmeyen bir insanım. Ortamlara çabuk alışan, kendimi kabul ettirebilen bir kişiyim. 14 yıldan sonra Türkiye’ye de dönmek zordu aslında ama 1 ayda buraya da alıştım. O yüzden yalnızlık, yabancı olmak bunlar benim için hiçbir zaman sorun olmadı. Burada kendini sevdirebilen bir insansan, orada da sevdirirsin. Oradaki Türkler’in yaptığı en büyük hata, kendi muhitlerini edinip, Türkçe konuşup, İngilizce’lerini geliştirmiyorlar ve Amerikalı’lar gibi düşünmüyorlar. Amerikalı gibi düşünmek ayrı bir olaydır çünkü. Onlar gibi düşünmek demek, onların hayatını benimsemek kabul etmek değil, ama en azından orada olduğun sürece adapte olabilmek demek. Dışlanmak, sorunlar yaşamak  istemiyorsan, onlar gibi düşünmek ve hareket etmek zorundasın. Ben aynen bunu yaptım.

İ.K: Amerika ile Türkiye arasındaki en belirgin farklar nedir sizce?

C.C: Amerika’da en kötü olay olduğu zaman bile hayat devam ediyor. Bunun en güzel örneğini 11 Eylül’de yaşadık. Burada hayatın ne zaman devam edip, ne olacağı belli değil. Amerika’da hükümet değişir, terör olur, depremler, yangınlar, büyük facialar olur ve hayat devam eder. Bizde bir kriz oldu, gördün ne olduğunu. İnsanlar orada öyle bir hayat, öyle bir medeniyet  inşa etmişler ki, sistem çalışıyor. Bizde sistem yok. Bizim geleceğimiz yok, açıkçası yok. Ama Amerika’da da buradaki sıcak dostluklar yok. Burası memleketin. Hawai’ye de gitsen özlersin sonuçta. Bir de en önemlisi Amerika’da insan hakları çok önemli. Çok basit bir örnek vereceğim, burada suçsuz olduğunu sen kanıtlamak zorundasın. Amerika’da ise senin suçlu olduğunu kanıtlamak zorundalar. Evet daha sıkıcı bir yaşam var belki ama insana, insan haklarına da  daha büyük bir saygı var.

İ.K:Yurtdışında okumak veya yaşamak isteyenlere tecrübelerinize dayanarak ne gibi önerileriniz olurdu?

C.C: Türkçe konuşmamalarını, bu yüzden  Türk arkadaşlardan çok İngilizce konuşabileceği kişiler ile arkadaşlık etmelerini, İngilizce konuşmaktan çekinmemelerini, samimiyetleriyle iyi ilişkiler kurarak çevrelerine kendilerini kabul ettirmelerini ve tabii ki derslerini çalışmalarını tavsiye edebilirim. Önemli olan bir işi başarı ile yapabilmek ve o işte sivrilmek. Sonra sorunlar kendi kendine çözülüyor, bir yolunu buluyor insanlar.

İ.K: 1991 yılında Türkiye’ye döndüğünüzde hemen Power FM’de mi çalışmaya başladınız?

C.C: Hayır. Aslında ben kendi radyomu açmak için Türkiye’ye dönmüştüm.

İ.K: Neden Amerika’da radyoculuk yapmayı düşünmediniz?

C.C:  Burada kendi radyom olacaktı. Halbuki Amerika’da bir radyoya girip çalışacaktım sadece. Ülkemde özel radyolar yeni yeni oluşuyorken daha çabuk sivrilip daha rahat yapabileceğimi düşündüm. Türkiye’de bir radyo sahibi olacaktım. Radyoculuğun burada yeni başladığı,  patladığı bir dönemdi bu. Kiss Fm’i getirdim. Ortaklarım Ali Dinçkök ve Cem Boyner’di. Bana da bir hisse vermişlerdi. Radyoyu kurduk. Vericisine, antenine kadar herşeyi hazırladık ama yayına geçemedik.  O yıl özel radyolar kapatılınca onlar vazgeçtiler bu işten ve ben ortada kaldım. Ben de DJ olarak Power FM’de çalışmaya başladım.

İ.K: Radyo sahibi olma düşüyle gelip, sadece bir DJ olarak çalışmaya başladığınızda ne hissetiniz?

C.C: Çok demoralize oldum tabii. Çok kötü hissetim kendimi. Ama ben başladığı bir işi bitirmesini seven bir insanım. Yarı yolda, olmadı bu iş diye Amerika’ya da dönebilirdim. Power FM’de dj’lik yaparak daha iyi kendimi gösterme ve kanıtlama fırsatı buldum. Ben radyo sahibi olsaydım, Cem Ceminay olmam kolay olmazdı. Çünkü tamamen bu işin artistlik ve yaratıcılık tarafındanım. İdari işleri yapamazdım diye düşünüyorum. Elime yüzüme bulaştırırdım. İşe adam alırım ama kovmasını beceremem mesela. Böyle başlamam iyi oldu belki de. Tabii bu söylediklerim 10 sene öncesi için geçerli. Şu anda deneyim sahibiyim artık.  O yıllarda Türkiye’deki iş hayatını bilmiyordum. Şimdi en azından nasıl kazık atılır ve nasıl kazık yenilir onu öğrendim.

İ.K: Kulaklıkları takıp, canlı yayına girdiğinizde ne hissediyorsunuz? a) Ben çok güçlüyüm. b)Bütün kontroller benim elimde. c) Eğlence zamanı geldi. d) Hiçbiri

C.C: Eğlence zamanı başlıyor, beraber eğlenelim diye düşünüyorum. Her şeyi unuturum o odaya girince.

İ.K: Programınızı dinlerken benim hissettiğim de hoş vakit geçirdiğim duygusu. Sizde belirgin bir mesaj verme kaygısı olmadığını düşünüyorum. Elinizde böyle bir imkan varken neden kullanmıyorsunuz?

C.C: Vaaz verir gibi bir şeyler yapmaya kalktığında “sen kimsin” diyor insanlar. Sonuçta insanlar bir radyo programından hayatlarının yönlendirilmesini beklemiyorlar. Olumsuz mesajlar da vermeni istemiyorlar tabii. Ama olay mesaj vermenin çok ötesinde.  “Sevgi, saygı, birlik, beraberlik” diye 10 yıldır söylüyorum mesela. Ama kim kimi seviyor, kim kimi sayıyor. Ne desen boş. Bunlar mesajla olmaz. İyi niyeti, insanların kendi karakterlerine yansıtmaları ile olur. Sen hiç mesaj vermesen de, aslında mesaj veriyor olabilirsin. Bazen ciddi bir konuya girdiğim zaman, sıkılıyor insanlar. Muhtemelen  o anda beni kapatıyorlar. Ciddi bir şey beklemiyorlar benden. En kaliteli konuğu getir buraya. Ciddi bir konu konuşulursa dinlemezlermiş gibi geliyor. Çünkü ben sıkılıyorum. Olay bende başlıyor. Ben zaten yerimde duramayan bir adamım. Herhangi biriyle 2 dakikadan fazla konuştuğumda  konsantrasyonumu kaybediyorum. Aklım 10 km ötede. Ağır bir konuyla, ağır bir konukla ben yapamıyorum.

İ.K: Keskin bir dil kullanmıyorsunuz. Kimseyi eleştirdiğinizi duymadım radyoda.

C.C: Sevmediğim hiçbir adamdan bahsetmem. Sevmediğim adamın üstüne gitmem. Bak, o kötü olur. O zaman o gücünü yanlış kullanmış olursun. Bahsettiğim kişi ve olaylarında çoğu günlük yaşantımızın içinde bir parça oldukları ve manşet oldukları içindir.  İnsanların duymak, konuşmak istedikleri konulardır.

İ.K: Programınıza özellikle konuk etmek istediğiniz birisi var mı?

C.C: Madonna diyeceğim şimdi, nerden nereye diyeceksin. Var tabii ilginç insanlar mutlaka var. Ama Türkiye’de buraya gelmemiş olup da keşke gelseydi diyeceğim bir tek Cem Yılmaz var. Çünkü çok zeki, çok yetenekli ve çok tutuluyor. Ama gelmiyor bizim programa. Onu sevmediğimi düşünüyormuş. Onun gibi zeki bir insanın bu şekilde düşünmesine inanamıyorum.

İ.K:10 senedir, Türkiye’de, Power FM’de, %100 canlı Cem Ceminay’sınız. Biliniyorsunuz,dinleniyorsunuz ve seviliyorsunuz. Çizginiz ve başarı  grafiğiniz hep aynı.  Peki ya bundan sonra…

C.C: Ben radyocuyum. Radyoculukta devam edeceğim. Power FM’de devam etmek isterim tabii ki. Çünkü Power FM’in iyi bir çizgisi var ve Cem Hakko benim hem sevdiğim, hem saygı duyduğum bir radyocu. Ama bir gün radyonun şekli şemali değişir, başka bir yere giderse ve  benimle çizgisi uymaz ise  o zaman ayrılırım. Ya başka bir yerde çalışır ya da  kendi radyomu kurarım.

İ.K: Kendi radyonuzu kurmak bir ideal, bir hedef mi sizin için. 

C.C:  Hayır, bir ideal değil bu.  Radyoculuğun devamı, uzantısı. Devam etmesi için ne gerekiyorsa onu yaparım.