HILLSIDER 35 / RENKLİ BOYA KALEMLERİ İLE BAŞLAYAN AŞKIN ESAS KAHRAMINI YEŞİM DEMİR

1968’de  İstanbul ‘da doğdu. Mimar  Sinan Üniversitesi Grafik Ana Sanat Dalı’ndan 1991 de mezun oldu. Young and Rubicam Reklamevi’da art direktörlük, RPM Radar CDP Europe’da yaratıcı yönetmenlik görevlerini üstlendi. Grafikerler Meslek Kuruluşu sergilerinde ve Kristal Elma’da birçok dalda ödüller kazandı. 1998’de Yunus Nadi Afiş ödülünü aldı.Yurt içi ve yurt dışında sergi ve bienallere katıldı, çalışmaları yabancı yayınlarda yer aldı. 2003’e kadar sürdürdüğü RPM/Intensive Design Unit yöneticiliğinden sonra, şu anda mesleki çalışmalarını kendi tasarım ofisinde sürdürmekte.

Yeşim Demir: Ben hep oğlan çocuğu gibiydim. 18 yaşında annem bana dudak parlatıcısı hediye etmişti. Sür şunu artık diye. Saçlarım hep kısacık, düz ayakkabılar giyen bir kızdım. 11 sene basketbol oynadım.

İpek Kigan: Oğlan çocuğu gibi olmak için iyi bir sebep.

Öyle.Yaşıtlarım permalı saçlar, vatkalı pembe bluzlarla gezerken, ben kısa saç, heybe ve botlarla gezerdim. Çantamda da boya kalemleri taşırdım.

Tahminimce bugün de kalemsiz çıkmazsınız dışarı?

Hiç değişmeyen bir adetim bu. Çantamda kalem ve not defterim olmadan sokağa çıkmam. Aklıma bir şey geldiği zaman onu hemen kaydetmek isterim. Genel olarak çizerek kaydederim. Öyle ki bazen seyahatlere gittiğim zaman fotoğraf çekmek yerine o anları çizmeyi tercih ederim. Küçük not defterlerim vardır. O anda aklıma gelen bir takı tasarımını da çizebilirim, gördüğüm bir camiyi veya o anda bulunduğum yeri. Gezerken gönlüme bırakıyorum. O anda fotoğrafını çekmek istemeyip, dikilip desenini çizmek benim için, anıları kafama nakşetmek. Çizmek istediğim yeri ya da bendeki etkisini nakşediyorum. Böylece şahsi gezi notlarım oluyor bu benim.

Bu notları alırken esas duygunuz neydi?

Kayıt etme duygusu bendeki. Söz uçar, yazı kalır çünkü. Rüyalarımı da kaydederim. Ciddi hayallerimden biri de kayıt ettiğim rüyalarımı fantastik filmler olarak çekmek. Çünkü sabah kalktığımda ben bile hayret ediyorum bu rüya nasıl oldu, kafamda nasıl bir araya geldi diye.

Yeni bir şeyler tasarlarken rüyalarınız da ilham kaynağı oluyordur o zaman?

Zaman zaman oluyor. Ama benim esas ilham kaynaklarım, yeniyi ve dünyayı takip etmek. Hayatta en tahammül edemediğim şey, kimliği aynı kalan şeyler, ”tamam artık bu böyledir, değişemez” denmesidir. Ben modadan da, bir mimari projeden de etkilenirim. Mesela Osmanlı, Selçuklu sanatı etkisi altında kalmışımdır. Kişisel hobim ve merakım hat toplamak. Arap süsleme sanatlarına da düşkünümdür. İyi olan, doğru tasarlanmış, üstünde fazlalık olmayan, sahtelik barındırmayan her şey beni etkiliyor.

İlham zenginleşmesi için çok seyahat ediyor musunuz? Nerelere örneğin?

Kendi işyerimi kurana kadar çok seyahat ediyordum, şimdi pek olmuyor. Sıcak yerleri tercih ediyorum. Hiç aram yok soğukla. Nefret ederim. Güneş severim. Sıcak çocuğuyum. Temmuz doğumluyum bir kere. Aslan burcuyum. Ve çöl aşığıyım. Kalbimde çok ciddi bir yeri vardır çölün.

Neden çöl?

Bilmiyorum, bayılıyorum çöle. Babaannemin Bağdatlı olmasının etkisi belki. Oralarda kendimi çok iyi hissediyorum. Evime gelmiş gibi oluyorum. O sonsuzluk, dinginlik, uçsuz bucaksızlık, ılık rüzgarlar ve portakal çiçeği kokusu beni baştan çıkarıyor. Tabii Arap yarımadasındaki çöllerden bahsediyorum. Gerçek çöllerden. Hani emekli olunca hani herkes güneyde bir evi olsun ister ya, ben de çöl evim olsun istiyorum. Ya Marakeş’te, ya Tunus’da…

Çöl çevresinde keyifli yaşam alanları var mı peki?

Çöl dediğimiz şey özellikle tuz çölleri binlerce, milyarlarca yıl önce denizmiş zaten. Dolayısıyla artezyen kuyusunu vurduğunuz zaman aşağıdan su fışkırıyor. Ve bunu işleyerek, ekerek yarı çöl haline getiriyorlar. Yarı çölü de vaha haline getiriyorlar. Kendilerine toprak yaratıyorlar. Tunus’ta, Fas’ta çöl evleri palmiyeler, hurma ağaçları, güller, kaysılar arasında. İnsan bayılmaz mı? Çölün renkleri, anatomisi, çölün üstünde yaşananların tam tersidir. Çöl boz renklidir ama insanlar saks mavisi, beyaz, altın sırma, turuncu giyerler. Kapılarını maviye boyarlar. Tam kontrast renklerdir çölün üstünde taşıdıkları. Bir fon oluşturur. Bütün ünlü modacıların evleri hep oralardadır.

Çöl ve çölün çağrıştırdıklarını kullanıyor musunuz tasarımlarınızda?

Tabii. İşimin yapısı ile örtüşüyorsa daha da severek kullanırım. Çöl bana en çok kırmızıyı çağrıştırır ve bir kırmızı tutkunu olduğumu söyleyebilirim. Kırmızı benim için siyah gibi bir şey. Olmazsa olmazlardan. Ama kırmızı renk bende herkeste yarattığı etkiyi yaratmıyor. Kırmızı beni sakinleştiriyor. Enerji, canlılık, neşe veriyor. Kırmızı benim için güneş. Ateş değil yani. Bende güneşin hissettirdiği duyguları hissettiriyor.

Grafik bölümünü bitirdikten sonra iş hayatına isteyerek mi bir reklam ajansında başladınız?

Bizim işimiz öyle gelişiyor. Sektör sizi içine alıyor. Okulun ağzına dayanmış bir rampa bu. Mezun olanlar hop o rampaya binip, kayan bandın üstünde gitmeye başlıyor. Başka şansları yok. Ama ben reklam ajansında çalışmış olmamın çok ciddi bir şans olduğu düşünüyorum. Reklam sektöründe çalıştığım firmaların hepsi sektörün gurusu olmuş ajanslardı. Okul niteliğinde yerlerdi. Şu anda kendi şirketimde yapmakta olduğum işin odağını oluşturan fikir; marka ve strateji ışığında tasarım. İyi ki ben reklam bilgileri ile donanmışım, iyi ki bu kadar yıl “strateji olmadan kalem oynatılmaz”ı öğrenmişim. Sonuçta herkes problem çözüyor. Ama tasarımın sorumluluğu daha uzun soluklu. Bir haftalık veya 6 aylık bir kampanya değil, sizin yaptığınız iş en az 10 sene yaşıyor. Şimdi bunun sorumluluğu daha ağır.

Yeşim Demir Tasarım’da ne tür hizmetler var bu söylediğinizin karşılığı olarak?

Kurum kimliği danışmanlığı, kitap tasarımı, faaliyet raporu, 3 boyutlu mekan tasarımı, fuarların dizaynı, yeni bir markanın bütün geleceği oluşturmak yaptığımız işlerin arasında. Hizmet verdiğimiz alanlar çok farklı, çok renkli. Markanın yaşatılması için gereken ihtiyaçlara odaklı. Bütün bu işlerin içinde reklam işi yok. Çünkü emeğimin daha uzun soluklu olarak yaşayacağı ortamlara ürün vermek istiyorum.

Birçok önemli ödül almışsınız bugüne kadar…Hangi işleriniz aldı bu ödülleri?

Aslında bir çoğu tiyatro afişleri tasarım ödülleri. Diğerleri de çalıştığım ajanslarda yaptığım  grafik ürünlerimin ödülleri.  Zaten ilk kalbimin attığını hissettiğim işler afiş tasarımı işleridir. İlk afiş işim Kültür ve Sanat Vakfı’nın afişi idi. Bitirme ödevi olarak yapmıştım aslında. Sonra da alıp bu afişi elime, kapılarını çaldım. Meğer onlarda Mart ayındaki tiyatro festivalinin afişi için ne yapsak diye düşünüyorlarmış. Ben gökten inmiş gibi oldum tabii. Böylece ilk afiş çalışmam tiyatro festivalinin afişi olarak kullanıldı. Ve tiyatro afişlerinin yeri hep farklı oldu benim için. Boynumun borcu gibi. Özellikle tiyatro afişi, kitap tasarımı, kurumsal kimlik çalışması, onlar benim oksijenlerim. Mesleki yaşam kaynaklarım.

Özel bir nedeni var mı bunun?

Tasarımın sanatla flört ettiği, bazen kimin kimden soluklandığını, etkilendiğini karıştırdığım bir şekilde sanatla grafik ürünü birleştiği zaman çok mutlu oluyorum. Bunun en iyi örneği de tiyatro afişidir. Çünkü orada kendinizden, iç öznel kaynağınızdan, çağrışımlarınızdan, çocukluğunuzdan, alışkanlıklarınızdan, beğenilerinizden, inançlarınızdan olta atıp, çekip bilgiler çıkarıp ortaya koyabiliyorsunuz. Size o doğurganlığı veriyor. Kitap tasarımı da öyle benim için. Ortada bir düşün ürünü var. Ismarlanmış bir problem değil o aslında. Hint  felsefesinde “Düşünceler Irmağı” diye bir ırmak vardır. Ensemizin arkasından dolaştığı şekilde ve bütün dünyayı gezdiği düşünülür. Bazen çağrışımlarımız ya da durup dururken aklımıza gelenler aslında başkasının o ırmağa bıraktığı düşünceleri bizim çektiğimiz inancıdır.  İşte o fikirler ırmağının size dolu dolu geldiği, sizin de onun üstüne kendi üretim olanaklarınızı ve dağarcığınızı koyarak bir şeyler yarattığınız ürünler beni çok heyecanlandırıyor. Başka bir sanat ürünün bana doğurganlık sağlamasından hoşlanıyorum.

Kitap tasarımlarınıza örnek istesem…

Mesela Pamukbank’ın bir projesi vardı. Atina’dan 5 fotoğrafçı İstanbul’a, İstanbul’dan da        5 fotoğrafçı Atina’ya gönderiyorlar. 350 tane fotoğraf kucağıma kondu. Bunlardan bir prestij kitabı yapmam istendi. Tabii çok dikkat etmek gerekiyordu. Aksi takdirde bu bir albüm olurdu. Albüm olduğu takdirde de ikilikten kaçamazdık. Ne yaparsanız yapın, Atina–İstanbul, Türkiye–Yunanistan, Türkler-Yunanlılar. Onlar-bizler gibi bir durum olacaktı. Ben de bu 350 fotoğrafı, kendimle birlikte bir odaya kapatıp, bir sandalyenin üzerine çıkıp 3 ay oradan inmeden bu fotoğrafların birbirleriyle linklerini, ilişkilerini kurdum. Bir sinüs-kosinüs dalgası gibi, aşk, ölüm, yansızlık, yaşlılık, neşe, keyif, yolculuk bütün bir mana dalgalanması oluşturdular. Bazen sorarlar sen bunu tasarlarken kafanda ne oluşuyor? Ne bileyim, ne oluşacak? Ben de en az sizin kadar merak ediyorum ne çıkacağını. Tasarımı oluştururken belli bir yol, bir ana damar var tabii. Ona daha sonra neler katılacağını ben de bilmiyorum. Hep birlikte yaşanılan bir serüven bu. O yüzden bu özgürlüğü bana tanıyan işlere karşı daha sıcaklık hissediyorum.

Peki kurumsal kimlik çalışması size bu bahsettiğiniz özgürlüğü tanıyor mu?

Hayır.

Öyleyse nasıl oluyor da sizin oksijenlerinizden biri oluyor?

Kurumsal kimlik çalışmasını benim için bir markaya can üflemek, onun kromozomlarının DNA’larını baştan kodlamak.Yani o kodlama sistemini, o genetik yapıyı oluşturmak anlamına geliyor. Çünkü kurumsal kimlik değişmezlerin tanıtımı demek. Hele bir de o değişmezlerin tanımını yaparken zaman içinde yaşayabilecek esnek bir kimlik oluşturabiliyorsanız, yani bir mahrumiyet alanı değil de, bir kurtarılmış, özgür bir kimlik yaratabiliyorsanız zaten bingo!

Dünyanın bir çok ülkesinde sergilere katılmışsınız. Sadece tiyatro afişleri ile mi katıldınız bu sergilere?

Hayır, kültür afişleri, sosyal afişler, sinema afişleri de var. “Türkiye’den Afişler” diye bir sergi var. Her sene yenilenen ve dünyayı gezen. O serginin dünyadaki bir çok durağında benim de afişlerim sergilenmiştir.

Çocukluktan belli miydi tasarımcı olacağınız?

Şöyle anlatayım; ufacıkken annemin odasındaki giysilerden kıyafetler çalıp, akşam salonda sandalyeleri dizip, bir kumaşı salonun kapısına perde gibi gererdim. Tiyatro biletleri tasarlayıp, bir sürü bilet yapıp, ev halkına bilet keser ve onları fenerle yerlerine oturturdum. Bir de afiş yapıp onu asardım. Yani o bücür halimle afişi, bileti, dekoru ile birlikte komple bir marka çalışması yapıyormuşum. Üstelik bir de oyunu oynuyordum. Ayrıca elim hiç durmazdı. Defterlerimin arasında sürekli amblem çalışırdım. Bir de harflere çok tutkundum. Çok meraklıydım. Oturup, elle, fırçayla harf çizerdim.

Anne–babanızın mimar olması meslek seçiminizde etkili oldu mu sizce?

Tabii etkilendim. Ama aynı zamanda bana çok destek de oldular. Hayatımda unutamadığım anlar vardır. 18’li yaşlarda daha çok evde oturan, kitap okuyan sıkıcı tiplerdendim. Benim yaşıtlarım diskolardan çıkmazlardı o zaman. Bende biraz ters oldu. Sonradan açıldım. Doğum günümdü. Kapı çaldı. Göz deliğinden baktım ama karşımda duranın ne olduğunu algılayamadım. Kocaman bir mobilya. Kapıyı açtım. Özdemir Altan atölyesinde kullanılan, büyük, tekerlekli, iner  kalkar 2,5 metre boyundaki resim sehpasının aynısı annem tarafından yaptırılmış ve kapının önüne sürpriz olarak bırakılmıştı. Kocaman kırmızı kurdelesi ve Yeşim Demir yazan kart ile beraber. Yani hep bir teşvik vardı. Küçükken kutu kutu pastel boyalar alındığını, sulu boyalar, fırçalar alındığını hatırlıyorum.

Eşya tasarlıyor musunuz?

İşimle ilgili olarak eşya tasarladığım oluyor zaman zaman. Evimdeki eşyaların çoğunu da ben tasarladım. Belki yeri gelirse bunu daha çok yapmak isteyebilirim. Ama bir iddia taşımadan. Çünkü bir iddia öne sürdüğünüz zaman o konuyu meslek edinmiş insanlarla yarışır hale geliyorsunuz. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Ama takı tasarımı yapıyorum. Kendi takılarımı kendim tasarlıyorum. Bir de evimde takılarımı koyduğum bir bölge var. Onlara bir yorgan diktirdim. Çünkü takılarım bütün gün yoruluyorlar. Nefes nefese kalıyorlar. Sonrada akşam onları uykuya yatırıyorum.

Evinize, iş yerinize de baktığım zaman bir tasarımcının elinden çıktığının hissedebiliyorum. Peki siz buraları yaparken tasarımcı kaygısıyla mı yaptınız? Ben bir tasarımcıyım ve farklı malzemeler, alternatif çizgiler kullanmak zorundayım kaygısı bahsettiğim…

Hayır, hiçbir zaman böyle bir kaygım olmadı. Bir şeye aşık olmam, bayılmam lazım ki; evimde, ofisimde kullanayım. Yoksa varsın eksik olsun hiç önemli değil. Yaşamaktan mutlu olduğum nesnelerle birlikte olmayı tercih ederim.