HILLSIDER 44 / KIRMIZI PAZARTESİ – Gabriel Garcia Marquez

hillsider_44-kapak“Özellikle önceden kesinlikle bildirilen bir ölümün, hiç aksamadan gerçekleşebilmesi için yaşamın edebiyatta bile görülmeyen bunca rastlantıya başvurmuş olması ona her zaman bir haksızlık olarak görünmüştü.” (syf 93)

İşte insanı şaşkınlığa düşüren, her bir sayfada bu sefer birileri bu cinayeti durduracak diye ümit edilen bu romanın okurken yarattığı iç sıkıntısının nedeni, tek cümle ile bu kadar güzel anlatılır. Kesinlikle bildirilen bir ölümün hiç aksamadan gerçekleşebilmesi için yaşamın edebiyatta bile görülmeyen bunca rastlantıya başvurmuş olması… Aslında sadece rastlantı değil, bence bilinçaltı da büyük etkendi.

Gabriel  Garcia  Marquez’in  1981  yılında  yazdığı  112  sayfalık  Kırmızı Pazartesi, sadece  bir  an  içinde planlanmış sürpriz bir cinayetin, katillerin bu konudaki isteksizliklerine, üstelik bu plandan birçok kişinin önceden haberdar olmasına  rağmen nasıl  olup da gerçekleşebildiğini anlatıyor. Ürpererek ve şaşkınlık içinde okuyor insan. Aslında Arap asıllı 21 yaşındaki bir gencin yaşamının son 1 saatinin ve en ince detayı ile öldürülüş şeklinin işlendiği bu romanda, yazarın olaydan haberdar olan ve bir şekilde kahramanın hayat çizgileri arasında yer alan onlarca ayrı kişiyi tanıtarak, hepsinin gözünden o felaket gününü anlatabilmesi, farklı bakış açılarından olaya dahil olunmasını sağlamış.

Santiago Nasar gittiği bir düğünün sabahında birkaç saat önce birlikte içki içtiği ikiz kardeşler Pedro ve Pablo Vicario tarafından dehşet verici bir şekilde öldürülür. O gün evlenen kız kardeşleri Angela Vicario’nun bakire çıkmaması yüzünden kocası tarafından sabaha karşı eve geri getirilmesi ve Angela’nın hiç bir zaman doğru söylediğinden kimsenin emin olmadığı bir şekilde Santiago Nasar’ın adını vermesiyle, Santiago’nun yaşamının son dakikaları başlar.

“Adını söylemekte kısa bir süre kararsız kalmıştı. Belleğinin karanlıklarında onu aramış, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da insanın birbirine karıştırabileceği adlar arasında, ilk bakışta onu buluvermiş ,bir avcı ustalığıyla, alın yazgısı yaratılış gününde belirlenmiş bir kelebek gibi onu duvara çivileyivermişti” ( syf 49)

Marquez romanında öyle etkileyici ve duru bir dil kullanmış ki; olayı anlatırken bir taraftan da merak uyandıran konuların cevaplarını, kullandığı kelimelerin arasına saklamış. Kullandığı imgelerle öldürülen Santiago Nasar’ın aslında suçsuz olduğunu, bekaretini Santiago’nun bozduğunu söyleyerek onun öldürülmesine neden olan Angela Vicario’nun ruh halini, toplum baskısı yüzünden istemedikleri bir cinayeti işlemeye itilen Pedro ve Pablo Vicario’nun bu durumdan kurtulmak için gösterdikleri çabayı, işlenen cinayetin insanın üzerinde yarattığı dehşeti hem ölüm şekli, hem de toplumun örümcekleşmiş zihninin yarattığı duyarsızlığı betimlemiş.

“Gerçekte bıçaklar Santiago Nasar’ı kapıya mıhlamıştı, bu yüzden de yere düşmüyordu. Umutsuzluğa kapılan Pablo Vicario bir vuruşta düşmanının karnını yanlamasına boydan boya yarmış ve barsakların içindeki dışkılar patlamaya benzer bir gürültü ile dışarıya fırlamıştı.” ( syf 111)

Pedro ve Pablo kardeşler tamamen toplum baskısıyla işlemek zorunda oldukları bu cinayetin engellenmesi için birbirlerine ve kendilerine itiraf etmedikleri halde karşılaştıkları herkese Nasar’ı öldüreceklerini söyler, bunun Nasar’ın kulağına gitmesi ve birilerinin onları engellemesi için her yolu denerler. Santiago Nasar ve birkaç kişi dışında nerdeyse bütün kasaba cinayeti öğrenir ama anlamsız gözüken birçok nedenle ölümü engelleyemezler.

“Halk geçit törenlerinde olduğu gibi meydana doluşmuştu. Herkes onun evden çıktığını görmüştü. Az sonra öldürüleceğini biliyordu. “ ( syf 107)

Bir solukta okunan ve bitirdikten sonra tekrar tekrar geri dönüp sayfaları karıştırılan bu romanın en vurucu cümlelerinden biri de son sayfasında yer alıyor. Domuz bıçaklarıyla birçok yerinden delik deşik edilmiş, bağırsakları dışarıya çıkmış bir halde can havli ile evine gitmeye çalışan Santioga Nasar’ın, kendisini görerek dehşet içinde “ Sana neler oldu?” diye bağıran komşusuna; “Beni öldürdüler” diye verdiği ironik cevap, zaten son sayfalardaki dehşeti yazarın kullandığı dil sayesinde iliklerine kadar hissetmiş olan insanın kanını donduruyor.

Eski bir gazeteci olan Marquez’in kelimeler ile oynadığı oyun, bu kadar kısa bir hikayeyi bu kadar lezzetli bir şekilde okuyucuya sunması, romanı yazarken kullandığı teknik, gerçekten çok etkileyici. Konusu çok sert olan ve neredeyse polisiye bir roman gibi işlenen bu yapıt Marguez’in de en sevdiği romanı. Bunu da 1981 yılında kitabı yayınlandıktan sonra bir gazeteciye verdiği röportajda şöyle açıklıyor:

“Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Sonuçtan hoşnutum. Şimdi de en iyi romanımın Kırmızı Pazartesi (Gronica de Una Muerte Anunciada) olduğunu sanıyorum.”

Gabriel Garcia Marquez: 1928’de Kolombiya’nın Aracata kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota’daki Kolombiya Ulusal Üniversitesinde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı. Yayınlanan ilk önemli yapıtı Yaprak Fırtınası’ydı. 1961 yılında yayınlanan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan bir subay eskisinin öyküsüdür. Bunu Hanım Ana’nın Cenaze Töreni adlı öykü kitabı ve Macondo’daki siyasal baskıları  anlatan Kötü Saatte izledi. (1962) Garcia Marquez en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızlık’taki Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. (1967) Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden esinlenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Erendira ( 1972) adlı kitapta toplayan yazar daha sonra birbiri ardı sıra Mavi Bir Köpeğin Gözleri( 1972),  Başkan Babamızın Sonbaharı ( 1975), Kırmızı Pazartesi’yi ( 1981) , Kolera Günleri’nde Aşk (1985) ve Labirentteki Generali (1989) yayınladı. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne hak kazanan Garcia daha birçok eser yazmıştır. Büyülü Gerçeklik akımının öncülerindendir. “Kırmızı Pazartesi” isimli eseri, 1987’de Francesco Rosi tarafından perdeye de uyarlanmıştır.