HILLSIDER 32 / ELİF TOPKAYA

Teşvikiye’deki The House Cafe’nin ortaklarından. Dinamik, akışkan, kendinden emin bir şekilde konuşuyor. Belli ki; her zaman ne istediğini bilmiş ve istediğini elde etmiş. Birçoğumuzun yaşadığı gibi arayışların peşinden sürüklenmemiş. Rumeli Hisarı’nda sıcacık bir evi ve evin her noktasında da “kendisi” var. Kapıdan içeri girer girmez ilk hissettiğim duygu bu. Böyle olunca doğal olarak ilk sorduğum da…

İpek Kigan: Evinde sürekli eski ile yeniyi bir arada kullanmışsın. Neden böyle bir tarzı tercih ettin?

Elif Topkaya : Bu tamamen benim zevkim. Rahat ve keyifli bir yer olsun istedim. Zaten çalıştığım yerde, yaşadığım yerde, yapmaya çalıştığım yemekte ya da hazırlamaya çalıştığım sofrada hep aynı şeye dikkat ederim. Rahat, sade ama şık olması. Kendi zevkimi, bu mantıkla birleştirerek yapmaya çalıştım. Eskiyi, eskiden beri severim. Hep gezer, dolaşır bakardım. Belli bir zaman sonra insanın zevki oturmaya başlıyor. Bir de neyi nereden bulacağını da zaman içinde öğreniyorsun. Bir şeyler toparlamaya başlamıştım. Yavaş yavaş bu hale geldi.

Anladığım kadarıyla eski derken özellikle antika değeri olan malzemeleri değil de, geçmiş zamanlara ait kullanılmış eşyaları daha çok tercih ediyorsun, değil mi?

Doğru. Aslında benim antika bilgim falan yok. Sadece hoşuma giden ama kullanılmış, biraz ruhu olan şeylerden hoşlanıyorum. Çok modernize edilmiş tasarımlar hoşuma gitmiyor benim. O emeği görmeyi seviyorum. İnce ince düşünülmüş, üzerinde günlerce uğraşılmış olduğu belli bu eşyaların.

Şu sıralar isminden çok söz edilen The House Cafe’nin ortağısın. Kaç yıl oldu The House Cafe açılalı? Neden bu işe girdin?

1,5 sene olacak. Böyle bir yer açma fikrim her zaman vardı. Benim daha çok konsantrasyonum yemeğe yönelik. Cafe gibi bir cafeye sahip olmak, orada kendi yemek bilgi, beceri ve tekniğimi geliştirmeyi her zaman istiyordum.

Bu işin eğitimini alabildin mi?

Buna hiçbir zaman fırsatım olmadı. Ben aslında reklamcıydım. Ama yemek hayatta ki en büyük hobimdi. Kendimi geliştirebilmek için çok kitap okuyup, sürekli denemeler yapardım. Genellikle evde deneme yapar, kobay olarak da arkadaşlarımı kullanırdım. Yemek yapmak beni çok deşarj eden ve medite eden bir şey. Ve yaratıcılığımı gerçekten gösterebildiğimi düşündüğüm bir alan. Cafe ile birlikte daha sistemli olarak çalışmaya başladım. Hem teorik, hem pratik anlamda. Mutfaktaki arkadaşlarım da bana bu konuda çok yardımcı oluyorlar. Ben onlardan öğreniyorum, onlar benden öğreniyorlar. Gerçekten bir reklam ajansında, creative ekip nasıl çalışırsa, cafede de bütün ekip öyle çalışıyor.

Reklam sektöründe kaç yıl çalıştın peki?

7-8 sene yaptım bu işi. Cenajans Grey, Reklamevi gibi ajanslarda çalıştıktan sonra kendi ajansımı kurdum. 1-2 yılda öyle devam ettim.

Neden bunca yıl emek verdiğin bir işe, bir anda arkanı döndün?

Sanırım reklamcılıkta olması gerektiğinden hızlı ilerledim. Belki iş hayatına başladıktan 10-15 sene sonra bir ajansım olsaydı, hala reklamcılık yapıyor olabilirdim. Bu kadar hızlı koşmak beni yormuş olabilir. Ayrıca bir şekilde insan “zamanı geldi” diyebiliyor. Müşterileri misafir gibi karşılayacağım bir yere sahip olmak her zaman aklımdaydı.

Reklam sektörünün rekabeti ve bu rekabet içerisinde oynanan oyunlar da seni yormuş olabilir mi?

Olabilir tabii. Ama o rekabet, o dalavere, ayak oyunları bence her yerde var. Hiç tahmin etmeyeceğiniz şekilde de karşınıza çıkabilir. Ama benim çok fazla umurumda olmaz böyle şeyler. Çünkü siz düzgün ve dürüst bir biçimde işinizi yaptığınız, çalışkan olduğunuz, sorumluluklarınızın bilincinde olduğunuz ve kendi gelişiminizi sağlayabildiğiniz takdirde hangi sektörde olursanız olun er ya da geç bir şekilde bunun karşılığını alıyorsunuz. Ve tabi aç gözlü olmadığınız takdirde.

Peki ben bir cafe açmalıyım deyip, ajansını öyle mi bıraktın?

Aslında öyle olmadı. İşten ayrılırken sadece işimi bırakmaya karar vermiştim. Ne yapacağımı tam bilmiyordum. 6-7 ay gibi bir süre geçirdim. Kafamda iki şey vardı. Biri cafe açmak, diğeri ise tamamen yiyecek-içecek sektörüne yönelik, sadece bu sektöre konsantre olmuş bir reklam ajansı açmaktı. Sonra benimle aynı düşünceleri paylaşan iki arkadaşımla daha bir araya gelerek, 3 kişi The House Cafe’yi açtık. Ortaklarımdan biri yurtdışında yaşamaya karar verdiği için şu anda 2 ortak olarak bu işe devam ediyoruz. 

Cafe giriş katında değil, 1. katta. Özellikle mi seçtiniz? Yani dezavantaj gibi gözüken bu durumu, siz lehinize çevireceğinizi düşünerek mi burayı tercih ettiniz?

Mekanın düz ayak olmasını tercih edebilirsiniz ama bizim bulduğumuz ve benim gerçekten çok sevdiğim beğendiğim, içimin gittiği o mekan birinci kattaydı. Başlangıçta doğru mu acaba diye konuşmadık değil. Ama ben şuna inanıyorum; yaptığınız şeyi düzgün yaparsanız ve buna bir süreklilik katabilirseniz eğer, her zaman takdir edip, alıcısı olan insanlar olur. Biz de buranın fiziksel konumuna uygun bir konsept yarattık ve öyle bir isim koyduk. Orayı bir apartman dairesi gibi, hiçbir duvarını, orasını burasını yıkmadan, içerde fiziksel mekan değişikliği yapmadan kullanmaya ve ona göre dekore etmeye çalıştık. Bu yüzden cafenin 1.katta olması bizim için hiçbir şekilde dezavantaj olmadı.

Haftanın 7 günü, akşam 23:30’a kadar açık olan bir cafeye sahip olup da,  kendine nasıl özel yaşam alanı yaratıyorsun?

Sistem çok önemli. Sistemi düzgün oturttuğun ve o sistemin içinde çarkları işletebileceğini  düşündüğün insanları yetiştirdiğin takdirde hiç zor değil. İlk 8 ay bayağı zorlanıyorsun ama sonra her şey rayına giriyor. Orası benim ikinci evim. Cafeye gelen hemen her kişi ile tanışıklığım, sohbetim var. Benim orada bulunmuş olmam çok önemli. Çünkü artık birbirini tanıyorsun, hayatın belli bir kısmını paylaşıyor haline geliyorsun. Bu insanı sosyal olarak da çok doyuran bir şey. Hem bir şey üretiyorsun, hem sohbet olarak besleniyorsun, geri dönüşümünü de güler yüz ve tatlı dil olarak aldığın zaman çok memnun ve mutlu oluyorsun. House Cafe bizim de bir sosyal alanımız aslında. Benim de, kocamın da, arkadaşlarımın da. Biz de başka yerlerde buluşacağımıza, orada buluşuyoruz. Ve daha rahat ediyoruz. Aynı şey tabii ki ortağım içinde geçerli.

Sürekli orada bulununca, gelen gidenler tarafından bir terapist gibi algılanmaya başladın mı? Yani kadın kuaförlerinin yüklediği misyonu, sende yüklendin mi ister istemez?

Muhakkak bu cafe ona da hizmet ediyordur. Ama ben çok fazla insanları sıkmaktan yana değilim. Özel hayatımda da her zaman “istediğini benimle her zaman paylaşabilirsin ama ben paylaşmak için seni zorlamam” mesajını vermeye çalışırım karşımdakine. Sınırları zorlamak istemem.

The House Cafe mutfağının tarzı nedir?

Ben yemekte karıştırmaktan hoşlanmam. Çok ağır kokulardan, kremalardan hoşlanmam. Sade yani et yiyorsam etin tadını alabileceğim, sebze yiyorsam sebzenin tadını alabileceğim yemekleri seviyorum. Yemeğin içine koyduğum malzemelerin, o yemeğin doğal lezzetini bozmamasına özen gösteririm. O yüzden bu mutfağında çözümü bu. Basit, sade ama gerçekten lezzetli.

Mutfağa girip yemek yapıyor musun?

Başladım artık. Bizim cafeye dışardan hiçbir şey alınmaz. Ekmek olsun, tatlı olsun hepsi orada yapılır. Ben şimdiye kadar daha çok ekmek-pasta bölümünde bir şeyler yapıyordum. Onların uygulamalarını yapardık. Küçük ve yoğun çalışan bir yer olduğu için mutlaka paslaşırdık. Tamamen ona konsantre olmuştum. Şimdi yemek ekibi bile beraber mutfağa da girmeye başladım. Bugüne kadar menülere hep beraber karar verirdik. Ama artık bizzat girip, yemek yapmaya da başladım. Bu benim için bir eğitim süreci tabii. İşin teknik ve pratik tarafını öğrenmeye çalışıyorum. Ama bu tamamen kendi kişisel gelişimim için planladığım bir şey.

Yurtdışında yemek üzerine çok güzel sertifika programları var. 3 ay gibi kısa süreli programlar bunlar. Gitmeyi düşünür müydün?

Açıkçası cafe olmamış olsaydı, böyle bir şeyi yapmak isterdim. Evli olmamış olsaydım demeyeceğim, 3-4 ay çok büyük zamanlar değil çünkü. Ama House Cafe’yi 3 ay görmeden, içinde bulunmadan, orada çalışmadan geçireceğim bir süreci düşünemiyorum…

İş olarak yapmak istediğin başka şeyler var mı?

Burada çalışmaktan, insanları ağırlamaktan, her şeyinden çok ama çok memnunum. Bana çok büyük bir haz veriyor. O yüzden bu iş gidebildiği yere kadar gitsin isterim. En büyük isteğim House Cafe’nin İstanbul’da klasikleşen yerlerden biri olması.

Elif yemek yapmaya bayılır, peki Elif başka neler sever acaba?

Tembellik yapmadığım zamanlar spor yapmayı, dostlarımla beraber olmayı, sinemaya gitmeyi, sevdiğim tarzda yayınları takip etmeyi severim. Seyahat etmeyi çok isterdim ama hayatım her zaman işe endeksli olduğu için onu pek yapamadım.

Son zamanlarda çok konuşulan ve yapılan yoga, meditasyon, doğal beslenme, reiki gibi konular ilgini çekiyor mu?

Hiççç ilgimi çekmiyor. Hatta sinir oluyorum diyebilirim. Neden mi? Çünkü uç noktalar beni çok rahatsız ediyor. Yoga yapıyorum mesela. Ama ben yaşam biçimimi ona göre düzenlemiyorum. Doğa bir dengeler bütünüdür. İnsanın hayatında da trendler de bir dengeler bütünü içerisinde kalmalı. Hiçbiri çok sivrilmemeli. O yüzden ben de ihtiyaç duyduğum şeyi yapmak şeklinde hareket ederim. Koşmaya ihtiyaç duyabilirsin, dinlenmeye, yorulmaya ihtiyaç duyabilirsin. Yapmak istediklerimi o zamanlara uygun bir biçimde serpiştirmeye dikkat ediyorum. Her şey huzurlu ve dingin olsun. Doğal gıdalarla besleneceksem onun tadı, kokusu için yemeliyim. Sadece bir sağlık trendine kapılıp değil.

Sporu da sadece ihtiyaç duyduğunda mı yapıyorsun?

Evet. Spor yapmak benim günlük hayatta kendimle baş başa kalabildiğim anlardan birisi. Ne zaman bu yalnızlığa ihtiyaç duysam spor yaparım. Son 1 aydır en severek yaptığım spor, sahile inip, Arnavutköy’e kadar koşup geri gelmek. Çok keyif alıyorum bu işten. Çünkü hem düşünüyorsun, hem spor yapıyorsun, hem terliyorsun, deşarj oluyorsun, hem de etraf çok komik! Koşarken insanı tebessüm ettiren bir  sürü şey oluyor. Sadece güzel bir vücuda sahip olayım, kaslı bir karnım olsun duyguları ile yapılmamalı spor.

Yaptığım şeyin en iyisini yapmalıyım takıntısına sahip misin?

Bak bence hiç kimse bu lükse sahip değildir. Herkes, her şeyi istediği takdirde ve biraz kabiliyetliyse öğrenebilir. En iyisini yapamam deyip, yapmak istediklerimizi bir kenara atsaydık, o zaman hiçbir şey üretemiyor olurduk, değil mi?