HILLSIDER 47 / YAŞADIKLARIYLA, YAPTIKLARIYLA OLDUKÇA “COOL” BİRİ: LESLİ KARAVİL

Macera 18 yaşında başlıyor. 4 yıl San Francisco’da Animasyon ve Multimedia konusunda lisans eğitimi alıyor. Okul biter bitmez New York’tan bir iş teklifi geliyor. Hiç düşünmeden San Francisco’nun sakin mavi sularından, New York’un fırtınalı lacivert sularına dalıyor. Tam 5 yıl aynı şirkette, art direktör olana kadar çalışıyor. Sonra bir gün iş-güç-koşuşturma onu o kadar yoruyor ki; içsel olarak yine başka bir yaşam arayışına başladığında tesadüfen Barselona’ya gidiyor. Ve bingo! Bisikleti hariç her şeyi Amerika’da bırakıp Barselona’ya yerleşiyor. Sonradan -2003 yılında- en iyi arkadaşlarından biri olacak Le Cool internet dergisi ile tanışıyor. 3 yıl sonra hayatının bir parçası oluveren bu dergiyi İstanbul’da çıkarmak için bir teklif sunmaya karar veriyor. 6 aydır İstanbul Le Cool her gün artan üye sayısı ile beraber büyüyor. Birçok işi aynı anda yapmayı seven Lesli Karavil, 5 yıldır Barselona’da yaşamaya devam ediyor. Şimdilik başka bir yere de gitmeye niyeti yok gibi…

İpek Kigan: 5 yıl aynı şirkette çalışıp, iyi bir noktaya geldikten sonra bir anda her şeyi bırakıp, elini kolunu sallayarak Barselona’ya gitme kararını nasıl verdiniz?

Lesli Karavil: New York’ta yaşamaktan çok yorulmuştum. Biraz durmak, başka türlü bir hayata geçmek istiyordum. O yaşımda da yapmazsam, sonra hiç yapamazmışım gibi geliyordu. Yeni bir dil öğrenmek isteği ve “bu işi burada yapıyorsam, başka bir yerde de yapabilirim” düşüncesi bana cesaret veriyordu. Yeni bir yerde hayatımı kurmak istiyordum ama bu yine İstanbul değildi. Sonra 3 günlük bir tatil sonrasında Barselona’ya taşınmaya karar verdim.

O kadar kısa sürede Barselona’ya taşınmanıza karar vermenizdeki en önemli sebep neydi?

Yaşam tarzları. Ben New York’ta sırf işten bahsediyordum. Birden fark ettim ki; yaşam tarzları çok daha rahat. Böyle bir ortamda daha mutlu olacağımı hissettim. Zaten New York’ta daha iyi yerlere gelmek gibi bir isteğim yoktu. Amerika benim için bitmişti. Öyle hissediyordum.

Geldiniz Barselona’ya. Önce 3-4 ay dil öğrendiniz. Sonra?

Bir – iki şirket vardı. Amerika’da çalıştığım şirketin tanıdığı yerlerdi bunlar. Direkt onlara gittim. Hala doğru dürüst İspanyolca bile konuşmuyordum ama kendime güvenim vardı. Açıktan iş yapmak istedim. Onlar da kabul ettiler. Böylece free-lance çalışmaya başladım. Birkaç tane sürekli çalıştığım müşterim bile oldu. Sonra bu firmalardan bir tasarımcı arkadaşım bana Le Cool’dan bahsetti. Böylece Le Cool ile tanışmış oldum.

Le Cool nedir, ne işe yarar, ilk nerede yaratıldı?

Le Cool internet üzerinden yayın yapan haftalık bir dergi. 2003 yılında Barselona’da yaşayan bir İsveçli ve bir İngiliz tarafından internet üzerinden yayınlanacak alternatif bir rehber yapmak amacıyla oluşturulmuş. Önce İngilizce başlamışlar. Üye sayısı gitgide artınca derginin dili İspanyolca olmuş. Şu anda Barcelona’da 65.000 üyesi var. Barcelona’da başarılı olunca, Madrid’de de başlatmaya karar vermişler. Para kazandıkça Lizbon, Amsterdam olarak devam etmişler.

Bu şehirleri kendileri mi seçmiş her zaman?

Evet. Le Cool’un başka bir şehirde de çıkması için teklif götüren tek kişi benim. İstanbul’u onlara ben önerdim. Ve tek ortaklıkları da benimle zaten. Bunun en büyük sebebi de derginin Türkçe olması. Le Cool-Amsterdam İngilizce, Le Cool-Lizbon ise Portekizce ama İspanyolca konuşan herkes Portekizce de anlar. Dolayısıyla o dillere hakimler. Ama Türkçe ile hiç alakaları yok. Le Cool tamamen lokal bir dergi. Biz burada yaşayan kişilere nereye gitmeleri gerektiğini söylüyoruz. Bu nedenle Le Cool–İstanbul’un İngilizce olmasını istemedim.

Le Cool İstanbul fikri nasıl oluştu sizde?

Zaten Le Cool-Barselona’nın 3 yıl kadar sıkı bir okuyucusuydum. Böyle bir internet dergisinin İstanbul’da da çok başarılı olabileceğini düşünüyordum. Ve onlara bir teklif götürmeye karar verdim. Oldukça detaylı bir teklif hazırladım ve gönderdim. Yarım saat sonra cevap geldi. Aslında bayağı şaşırdım bu kadar çabuk geri dönüş alınca.

Neden bu kadar çabuk geri dönmüşler peki?

İstanbul’dan birinin bu teklifi göndermesi onları şaşırtmış. Mesela Milano’dan falan böyle bir teklif gelseydi o kadar şaşırmazlardı. Ama İstanbul’dan birinin gelip, bunu başlatalım demesine şaşırmışlar. Bu nedenle hemen geri dönüp öncelikle tanışmak istediler. Görüştüğümüzde Barselona’da yaşadığımı ve Le Cool’u bu nedenle tanıdığımı söyledim. İstanbul’un ne kadar doğru bir şehir olduğunu anlatabilmek için de onları İstanbul’a  götürmeyi teklif ettim.

İstanbul’u görür görmez Le Cool’u burada da çıkarmaya karar verdiler, değil mi?

Evet. İstanbul’u görünce şaşırdılar tabii. Bir sokağa giriyorsunuz başka bir ortam, başka bir sokağa giriyorsunuz bambaşka. Birlikte bir ortaklığa karar verdik. Hemen editör bulduk. Bu ortaklığı yaparken ben ileriye dönük olarak düşündüm. Le Cool bugün 8 şehirde. Barselona, Lizbon, Amsterdam, Madrid, Londra, İstanbul, Milano ve Roma. 1 yıl içerisinde 20 şehirde olmayı planlıyorlar. Büyüme potansiyeli oldukça fazla. Ve bir tek ben onlarla ortağım. Dolayısıyla benim için iyi bir adım oldu.

Le Cool İstanbul başlayalı tam ne kadar oldu?

24 sayı. Yani 6 ay olmuş. Yaklaşık 7500 üyemiz var. Sürekli bir büyüme içinde. Haftada 150-200 kişi sürekli ve aynı ritimde üye olmakta. Bu bizim için çok önemli. Çünkü Le Cool kesinlikle hiç bir yerde reklam yapmıyor. Bu tamamen kulaktan kulağa duyuluyor. Bir yere gidip memnun kaldıysan, sen de arkadaşına diyorsun ki; “ben Le Cool’dan gördüm, sen de takip et”. Le Cool’un okuyanda güven uyandıran bir marka olmasını istediğimiz için bu yolu izlemeyi tercih ediyoruz.

“Asla İçeriğimizi Satmıyoruz” diye özelikle derginin kapağında belirtmişsiniz. Bu da bahsettiğiniz güveni oluşturmak için izlediğiniz diğer bir yol sanırım.

Evet. İçeriğimizi satmıyoruz. Milyonlar kazanamıyoruz bu şekilde ama kaliteli iş yapıyoruz. Ben onun için bu işin arkasında olmak istedim. Çünkü buna inanan bir insanım. Özgün ve kimsenin etkilemesine müsaade etmeyen bir yapımız var. Okuyucunun tarafındayız. İnsanlara bombardıman bilgi verip yormak yerine, sadece kaliteli bilgi vermek amacında olan bir dergi Le Cool.

Neden sadece internet üzerinde kalmayı tercih ediyorsunuz peki?

Şimdilik böyle. Bu şekilde çok daha kolay büyüyebiliyor, çok daha rahat başka şehirlere yayılabiliyor çünkü. Artık internet devrindeyiz. İnsanlar önce “kim bana mail atmış” diye bakıyor. Le Cool da senin bir arkadaşın gibi. Sana yeni bir e-mail gelmiş. Bu hafta neler oluyor, diye anlatıyor. Aslında bir kitabımız var. Sadece Barselona’da yapıldı. En çok üyemiz ve en çok satışımız orada olduğu için. İçeriğiyle, görüntüsü ile çok alternatif. Lokal bir kişinin gerçekten size tavsiye edebileceği yerleri içeriyor. İstanbul’da da kitap çıkarmayı düşünüyoruz.

Le Cool’da haber ya da mekan olarak yer alabilmenin kriteri nedir?

Le Cool size zamanınızı iyi geçireceğiniz yerleri söylüyor. İlla şık olanı söylemiyor. Şık olanı söyleyen bir sürü dergi var. Herkesin gittiği yeri söylemiyor. Zaten İstanbul’da insanların en büyük sıkıntısı bu. Herkesin gittiği yere gitmekten yorulmak. Biz de farklı bir yerlere gitmek isteyen için önerilerde bulunuyoruz. Bir sürü konser oluyor. Haberiniz olmuyor. Bunlardan belki bir tanesini size tavsiye edecek biri lazım. Le Cool sizin için böyle bir arkadaş.

Reklam alırken uyguladığınız bir seçiciliğiniz var mı?

Tabii. Bizim bir görüntümüz var. O havaya uyması lazım. Herhangi bir markayı koymak istemiyoruz. Görsel kriterimiz var. En önemlisi bu. Gelen reklamların benim ve Barselona ofisi tarafından onaylanması gerekiyor. Ayrıca arkasında durmadığımız, normal şartlarda önermeyeceğimiz bir yerin, mekanın reklamını da kabul etmiyoruz. Dürüst davranıyoruz. Benim de en sevdiğim kısmı bu zaten. İstanbul için zor bir savaş ama…

Ne kadar sıklıkla gelmeniz gerekiyor İstanbul’a?

Zaten 1 yıl boyunca her ay buraya gelmek, mecrayı yeterince tanıtmak, Ağustos sonuna kadar üye sayısını 10.000’e çıkarmak ilk hedeflerimin arasındaydı. Her ay geliyorum ama şimdi daha az gelmeye başlayacağım. Reklam işlerimizi bir firmaya verme durumumuz var. Öyle olursa benim de bu kadar sık gelmeme gerek kalmayacak.

Peki bu kadar iş, seyahat, koşuşturma yormuyor mu sizi?

Hep hareket halinde olmayı severim. Her zaman öyleydi. Önemli olan benim için yaratıcı olmak, yeni şeyler denemek. Ve yaptığım işleri yarım bırakmayarak, iyi bir şekilde devam ettirebilmek. Bu bana haz veriyor.

Madem hareket halinde olmayı seviyorsunuz, spor yapmak da hayatınızın bir parçasıdır mutlaka!

Evet. Bisiklete binmeyi çok seviyorum. New York’da da öyleydi. Herhalde bir tek ben vardım orada bisiklete binen. Eski eşyalara çok hayranımdır, ufak tefek eskileri toplarım. Bisikletim de çok eski. Onun dışında da koşarım. Koşamazsam, yürürüm. Havuza giderim. Aktif bir yaşamım var. İstanbul’da yaşamak bu açıdan da kötü gerçekten. Burada her yere arabayla gitmek zorundasın. Oysa ben Barselona’da her yere bisiklette gidiyorum. Barselona küçük bir şehir. En uzak noktasına bisiklette gitmeniz 20-25 dakika sürer.

O zaman genellikle pantolon giydiğinizi söyleyebiliriz değil mi?

Avrupa’da artık fazla bakmıyorlar böyle şeylere. Etekle de biniyorum yani. Zaten son 5 yılda bisiklet kullanan sayısı inanılmaz arttı. Ben 5 yıl önce geldiğimde bana deli gibi bakıyorlardı bisiklete biniyorum diye. Şimdi her yere bisiklet yolları yapıldı. Hatta belediye birçok yere bisiklet istasyonları koydu. Nasıl akbil dolduruyorsun, aynı şekilde bisiklet için bir kartın var, her yerde bisikletler duruyor aynı marka. Kartınla bisikleti alıyorsun. Başka bir istasyonu var. Oraya kadar gidiyorsun, bisikleti bırakıp yoluna devam ediyorsun.

Harika bir uygulama bu!

Aynı metro gibi düşünün. Belli bir güzergah arasında kullanabiliyorsun. Bisikleti istasyona bırakmak zorundasın. Kart ile geçtiğin için bütün bilgilerin alınmış oluyor zaten. Çalınma gibi bir ihtimal yok. Dolayısıyla inanılmaz çok insan bisiklet kullanıyor artık. Gerçekten yaşam kalitesini bir kademe daha yükseltti bu uygulama. Şu anda deneme aşamasında. 600 bisiklet ile başladılar. Eğer tutarsa bir çok yere istasyonlar yerleştirecekler.

Eski eşyaları toplamayı seviyorum demiştiniz. Kullanılmış basit eşyalar mı, yoksa antika diyebileceğimiz parçalar mı?

Kullanılmış, anısı olan eşyaları toplamayı seviyorum. Birilerinin kullandığı, maddi değeri olmayan, sana bir şeyler hissettiren eşyalar. Mesela geçenlerde cama basılmış eski fotoğraf negatifleri buldum bir yerde. Zamanında birinin çektiği resimler. Bir de plak toplarım. Ama sadece kapakları için. Eski polaroid makineleri toplamayı da severim.

Bu eşyaları kullanır mısınız? Yoksa sadece saklamak için mi topluyorsunuz? 

Bazılarını kullanırım. Mesela polaroid makinelerini sürekli kullanıyordum bir ara. Aynı kameradan birkaç tane aldığım bile oluyordu. Çünkü hepsinin renk kalitesi farklı oluyor. Ben görsel iş yapan bir kişi olduğum için bu tip detaylara her zaman dikkat etmişimdir. Mesela bazen bilmediğim birinin CD’sini sırf kabı güzel olduğu, iyi tasarlandığı için alırım. İnanırım ki tasarımına para verildiyse, içinde de kaliteli bir müzik vardır.

Doğru çıkar mı peki?

Her zaman doğru çıkar. Bu sayede birçok müzisyen öğrendim.

Başka keyfiniz?

Ben sinema çok severim. Özelikle Asya filmlerini. Japon, Kore v.s. filmleri, düşünce tarzları, film yapışları beni hep ilgilendirmiştir. Amerikan filmlerinden de çok beğendiklerim var. Öyle çok yönetmen ismi bilen biri değilim. İyi bir izleyiciyim. Özellikle düşük bütçeli filmler ilgimi çekmiştir. Çünkü onlara kendimi daha yakın hissederim. Belki de o filmleri kendim de yapabilirim diye düşündüğüm için.

Hiç denemeniz var mı?

Evet. Kendi kendime yaptığım ufak tefek şeyler var.

Hayalinizde bu yönde bir şeyler yapmak var mı?

Her zaman vardı. Ama artık çok zor. Bu iş gerçekten, %100 kendinizi vermeniz gereken bir iş. Benim için küçük bir hobi. Aslında sinema bölümünde okumuş olmayı çok isterdim.

Eğlenmek için neler yaparsınız? Burada, Barselona ya da başka bir şehirde…

Ben aslında biraz bar adamıyım. İnsanlarla konuşmayı, yeni insanlarla tanışmayı sevdiğim için barlara gitmekten hoşlanırım. Ne yazık ki burada fazla bar olayı yok. Ya insanlar çok fazla yemeğe gidiyorlar, ya da gece kulüplerine. Diskoteklere, gece kulüplerine falan pek uğramıyorum. Le Cool’da okuyorum ama gitmiyorum. Konserlere giderim her zaman. Annem klasik müzik dinlemeyi sever. Dolayısıyla onunla olduğum zaman beraber klasik müzik konserlerine gideriz. Onun dışında kendim caz, gitar konserlerine de gitmeyi seviyorum. Aslında Barselona ve New York’da çok şey öğrendim. Amerika’da hiç bilmediğim yeni insanlar ve kültürler arasına girdim. Ve orada yepyeni, bambaşka bir hayat öğrendim ve çok eğlendim. Barselona da ise Amerika’dan çok farklı ortamlara girdim. İşte hayatta beni en çok heyecanlandıran, biraz da kendimi kuvvetli hissettiren şey bu. İnsanların sadece seyahat ederek görmesi değil, bir de yaşayarak orayı hissetmesi başka bir şey.

İstanbul’a dönmek gibi bir niyetiniz yok hala galiba?

Arada bir bulanıma girip, hayatımın nereye doğru gideceğini bilemeyip, panik olup “dönmem lazım artık!” dediğim olmuştur. Ama galiba olayları hayatın akışına bırakmalı. Bir bakıyorsun ki, bir kapı bir kapıyı, öbür kapı öbür kapıyı açıyor. Bir bakıyorsun ki; yine dönmemişsin. Bende öyle oldu.

Genellikle çok planlı değil de, hayatın size getirdikleri üzerinden ilerleyerek gitmişsiniz.

Biraz öyle oldu ama hayatta bekleyerek hiçbir şey olmuyor. Ben hiç bekleyen biri değilimdir. İnsan her yere tohumlar atmalı. Ben her zaman tohumlar attım. Sonra bazı tohumlar, bazı yerlerde büyüdü. Oralara doğru kaydım. Ama insan hep aktif olmalı. Bir şeyler vermeli ki, bir şeyler alabilsin. Bir hayal kurup ama ona karşı bir aksiyonda bulunmazsanız hayat boyu beklersiniz. İnsan her zaman çabasını koymalı. Eğer bir aksiyon varsa, her zaman bir reaksiyon olur. Benim de her zaman küçük, büyük aksiyonlarım olmuştur. Bazıları oldu, bazıları olmadı. Olanlara doğru yöneldim hep. Hayatın böyle bir çizgi çizdiğine inanıyorum. Kaderci bir insan hiçbir zaman olmadım. Bugün yaptığın harekete bakarsan, yarın ne olacağını bilirsin. Bugün ben Le Cool’u başlattım. Bugün ben tekstil işini başlattım. Bugün ben art direktörlük işi ile uğraşıyorum. İlerde bu işlerden biri büyüyecek. Hangisi bilmiyorum ama bunların adımlarını atıyorum. Bir matematik var yani.

HILLSIDER 46 / HİÇBİR İDDİASI OLMAYAN, KENDİ HALİNDE AMA HAYATIN TAM ORTASINDA DOĞAL BİRİ: MÜSLÜM UZUN

h46-kapak-dusuk2Bir röportaja başlarken bu kadar kendini kapatıp başlayanını görmemiştim. Sanki hiç konuşmak  istemiyordu. Sofa Otel’in içindeki Patika Kitapevi’nde buluştuğumuzda mutlaka aklından; bu sohbetin en fazla 15-20 dakika süreceğini, biraz Patika’dan bahsedip, koşarak yaşamının büyük bölümünü geçirdiği Teşvikiye’deki dükkanına döneceğini geçiriyordu. Karşımdaki koltuğa otururdu. İsteksizdi. Ben “vazgeçtim röportaj yapmaktan” desem, çok memnun olacak gibiydi. Başta sorduğum sorular, hep bana geri döndü. Sonra bir anda aktı zaman. Sorular cevap olarak gelmeye başladı, cevaplar dağıldı, başka sorulara karıştı. Teybi kapattığımda 2,5 saat geçmişti. Yaptıklarıyla, hedefleriyle, beklentileriyle, mücadelesi ve bakış açısıyla Patika Kitapevi’nin sahibi Müslüm Uzun bu sayfalarda yerini aldı….

Müslüm Uzun: Kendi farkındalığım başladığı andan itibaren ağırlıklı olarak güzel sanatlar ile uğraşmaya başladım. Bu hayatta zevk alabileceğim neler yapabilirim diye sıraladığımda ilk dört sırada resim, heykel, tiyatro ve kitapçılık geliyordu. Resim ve heykel eğitimi için Mimar Sinan Üniversitesi’ne girmeye çalıştım. Olmadı. Daha sonra 4 sene kadar tiyatro ile ilgilendim. Bu arada Beyoğlu’nda bir kitapçıda satış elemanı olarak çalışmaya başladım. Aslında bu bir süreç. Arayışlarım beni buraya, kitapevi sahibi olma noktasına getirdi. (Müslüm Uzan’a göre aslında röportaj burada bitmişti:)

İpek Kigan : Kitapevinde satış elemanı olarak çalışmaya başlamanız bir tesadüf müydü, yoksa bilinçli bir seçim miydi?

Tamamen bilinçli, isteyerek yapılmış bir seçimdi.

Kitapevi açmak çok fazla insanın tercih ettiği bir iş değil. Siz neden bu işe kendinizi yakın hissetiniz?

Kitap her zaman hayatımda vardı. İlgi duyduğum diğer alanlarda da kitaptan uzak kalma şansım yoktu zaten. Bu sevgiyi ve ilgiyi profesyonel hayata geçirdiğimde aslında buna sandığımdan çok daha yakın olduğumu hissetim. Bunun mantıksal bir açıklaması bazen yoktur. Yakın hissedersin, devam edersin, sonra da karşılığını görmeye başlarsın. Bendeki süreçte böyleydi.

Satış elemanı olarak başladığınız ilk kitapevinden sonra başka yerlerde de çalıştınız mı?

Net Kitapevi Beyoğlu Şubesi’nde 3 sene çalıştım. Son 1 sene de Capitol Şubesi’nde yönetici olarak çalıştım. Ama sonra ayrılmak istedim. Yaşamımda bir şeyleri tüketmeye başladığım andan itibaren zaten bırakmaya başlıyorum. Net’ten sonraki 4 sene de Remzi Kitapevi’nde çalıştım. Önce kısa bir süre Akmerkez Mağazası’nda satış sorumlusu olarak devam ettikten sonra, Mayadrom Mağazası’nın açılması ile beraber işletme müdürü olarak görevime devam ettim. Bir de 6 ay İngiltere’de bir kitapevinde çalışmışlığım var.

İngiltere öykünüz nedir?

Kitapçılık alanında dünyada neler olduğunu takip edebilmek için yurtdışındaki fuarlara çok sık gidiyordum. Fuarlar yurtdışında kitapçılığın bir vizyonu olduğunu anlamamı sağladı. İnsan-mekan, insan-kitap ilişkisini çok iyi biliyorlar. Vitrin anlayışı, kitap donanımı, kitap donanımındaki renkli yaklaşım, tekdüzelikten öteye geçmiş. Herhangi bir kitapçıya gittiğinizde sizi cazibesiyle içine çekiyor. Sizi en azından 1-2 saat içeride tutabiliyor, ki ben 6 saatten önce çıkmam mesela. Çok zengin bir dünya yaratılmış, detay çok. Pazarlama anlayışı çok iyi oturmuş durumda. Bu sizi o kadar etkiliyor ki; insan bir süre sonra bu dünyanın içini koklamak istiyor. Ben de dayanamayıp, Remzi Kitapevi’nden ayrılarak, İngiltere çalışmaya gittim.

Neden İngiltere’yi tercih ettiniz?

Aslında ilk tercihim Amerika’ydı. Daha büyük anlayışlar benim hoşuma gidiyor çünkü. New York’daki mağazacılık anlayışları daha büyük, daha gösterişli. Kapısından girdiğiniz anda etkiler sizi. Güçlüdür. Ama mecburen İngiltere olmak zorunda kaldı. İngiltere de yaklaşık 6 ay bookstorelarda satış elemanı olarak çalıştım. Gitmeden çalışmak istediğim kitapevini seçip, onlara mail gönderdim. Hiçbir ücret talep etmeden, sadece oranın havasını koklamak için gelmek istediğimi yazdım. Onların da hoşuna gitti sanırım. Beni kabul ettiler.

Peki “ iyi ki gitmişim” diyor musunuz?

Evet, tabi. Bugünkü vizyonumun en büyük nedeninin İngiltere’de geçirdiğim 6 ay olduğunu düşünüyorum. Ama benim sürecimin parçası orada kalmak değildi. Bu yüzden de döndüm. Döndükten sonra bir-iki ay ne yapacağıma karar vereceğim bir bekleme süresiydi. Akabinde zaten Reasürans Çarşısı içinde bir dükkanın boşaldığı haberi geldi. Kendi kitapevim için çok istediğim iki yerden birisiydi Teşvikiye. Diğeri de Levent civarıydı.

Özellikle bu iki semti istemenizin nedeni neydi?

İnsanlar kendi hedef kitlelerinin hangi frekansta olmaları gerektiğini belirliyorlar. Benim ulaşmak istediğim hedef kitle buralarda yaşıyor. Çünkü aynı dili konuşuyoruz, aynı frekanstayım, doğal olarak ilişkilerim iyi. Çünkü yaptığım işin içini sadece ticari doldurmuyorum, aynı zamanda yaşamımın büyük bir parçası da burada geçiyor. Sabah 8 gibi başlıyorum çalışmaya, akşam 10 gibi bitiriyorum. Bu yaşamın içini sadece ticaretle dolduramazsınız. Yoksa çok mutsuz bir yaşam olurdu. Onemli olan yaptığınız işi iyi, belli standartta ve keyif alarak yapıyor olmak. Benim yaşamımdaki arayışım bunun için. Ve onu da yavaş yavaş yakaladığımı hissettiğimden,  yaptığım işten çok keyif alıyorum. Aslında buna iş demek istemiyorum artık. Bendeki karşılığı başka.

Nedir sizdeki karşılığı?

Yaşamımın büyük bir parçası. Yaşadıkları zorunluluklar ya da bir nedenden dolayı yaptıkları seçimlerden tatmin olamayıp mutsuz olan çok insan var. Doğal olarak işin başındaki tercihler kendinize, aradığınız nedenlere yakın tercihlerse o zaman mutsuz olmuyorsunuz işte.

Bir çok insan arıyor ama doğru noktayı bulamayabiliyor. Peki onu bulan insanın şansı mı bu?

Hayır, arama mücadelesi ile ilgili bence. Resim eğitimi almayı çok istiyordum, hayattaki birinci tercihimdi ama olmadı. Üsteleyebilirdim. Ama olmayınca diğer tercihlerime geçtim. Arama devam etmeli bence. Duygular, biraz da iç güdülerinizle hareket ettiğiniz zaman yolunuzu bir şekilde buluyorsunuz. İç pusulanız gösteriyor size yönünüzü..

Mantıktan daha çok duygularınızla hareket eden bir insan mısınız?

Her şey mantık üzerine kurma ihtimali olmayan bir insan olduğumu biliyorum. Mantık, yapısı itibariyle bir süre sonra kendi öz hareketlerinizi kapatabilir. Yaşadığımız zaman dilimi içerisinde mantığınızı ön plana koyduğunuz zaman kendinizi unutma olasılığınız da yüksek. Kendi alt duygularınızın farkına varamayabilirsiniz. Duyguları biraz daha yukarıda tuttuğunuz zamansa  kendi iç dinamikleriniz çıkıyor ortaya. Sadece mantıkla hareket ettiğiniz zaman elindeki verilere göre gidersin, neden-sonuç ilişkisini takip edersin. Ama hayatta her zaman izafi şeyler vardır.

Yüksek miktarda sermaye isteyen bir iş bu değil mi? O rafları doldurmanız lazım!

Aynen. Asıl ilginç olan işin bu kısmı zaten. Reasürans’ta uygun bir dükkan olduğunu öğrenince 2 hafta düşündüm. Sonra babamın verdiği cesaretle dükkanı tutmaya karar verdim. “Bunu denemiş ol!” dedi babam. “Bankadan kredi al, borç al ve dene. Eğer olmazsa, işler ters giderse en kötü ihtimal bankaya borçlanmış olursun, çalışıp ödersin.  Ama sen de bunu denedim demiş olursun.” dedi. Çok mantıklı geldi söyledikleri. Hiç düşünmeksiniz kontratımı imzaladım. En büyük avantajım, Cağaloğlu piyasasının %60’nın beni çok iyi tanıyor olmasıydı. Dağıtım şirketleri bana kitap olarak kredi verdiler. 400-500 kitapla başladım.

Banka kredisi ile depozit, kitap kredisi ile malzeme… Gerçekten iyi cesaret!

Gerçekten öyle. İlk aylarda çok dikkatli bir şekilde ilerledim. Bir kitap sattıysam, onun parasıyla iki kitap aldım. İki kitap sattıysam, parasıyla 3 kitap aldım. İlk senem zordu. 4. ay gibi kiramı ödemeye başladım. Mağazadaki kitap sayım sene sonunda yaklaşık 1500’e çıkmıştı. 2 sene hiçbir harcamam olmadı. Olmamalıydı da zaten. Müşterilerim de beni çok desteklediler. Çünkü çoğu iş sahibi insanlar ve ne kadar zor şartlar altında iş kurduğumu gördüler. Mücadelemi çok iyi anlıyorlar. Hala da hep arkamdadırlar sadık müşterilerim. Bu çok önemli. Onların sahiplenmesi ve sana inanması yaptığın işle seni bütünleştiriyor.

Şu anda kaç kitap oldu Patika’da?

4500- 5000 kitap var.

Patika çok hoş bir isim. Nasıl buldunuz bu ismi?

İsim için iki hafta düşündüm. Sonra bir arkadaşıma danıştım. Patika ismini bana bulan o oldu. Bu ismin bana çok uyduğunu düşünüyordu. Ben de 1 gün düşünüp bu ismi içime sindirmeye çalıştım. Gerçekten bana çok fazla uyduğuna karar verdim. Çünkü hiçbir iddiası olmayan, kendi halinde giden, hayatın tam ortasında ama kendi rengi olan doğal bir yol patika.

Her kitapevinde bulunan kitaplar mı var Patika’larda?

Kendi yolu var Patika’nın. Aslında post-modern bir yapısı var her iki dükkanın da. Gündelik kitaplar olduğu gibi, eski kitaplar da mevcut. Referans kitapları, seçilmiş, baskısı bitmiş kitapları bünyemde topluyorum. Bu da bir farklılığım. Diğer kitapevlerinden biraz farklı bir yöne doğru çekiliyor. Baskısı bitmiş çok sayıda ve çok iyi kitaplar var elimde. Özel kitaplar, numaralı kitaplar var.

Teşvikiye dışında bir de Sofa Otel’in içinde açtığınız bu dükkan var. Sanki Sofa Cafe’nin kütüphanesi gibi çok hoş bir havası var. Burada da kitap satışı yapılıyor mu?

Tabi. Burası tamamen otelin konseptine göre yapıldı. Bağımsız bir yer olamazdı. Sonuçta birbirlerini tamamlıyorlar. Böyle bir mekan bildiğim kadarıyla İstanbul’da başka bir yerde yok. Mücadelenin, inancın ve daha iyi nasıl yapabilirim düşüncesinin küçük sonuçları bunlar. Ama henüz ulaşmak istediğim hedef bu değil.

Ulaşmak istediğiniz hedef  ne peki?

Patika kitap seçkileri ve tavrıyla hep yeni bir vizyon getirsin. Asıl hedef bu. Ama bu bir oluşum sürecinden sonra olur. Birdenbire olmaz. Alt yapının güçlenmesi ve sağlamlığıyla ilgilidir. Ona güvenirsiniz ve o riske girersiniz. Küçük bir çıkış bu aslında.

İstediğiniz hedefe daha çok dükkan açarak mı ulaşmak istiyorsunuz? Yoksa var olanları geliştirerek mi?

Özelikle Türkiye şartlarında çok açılmanın ve büyümenin benim için doğru olmadığını düşünüyorum. Yeni mekanlar yaratmayı çok istemiyorum. Küçük kalıp, yoğun olmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Büyümekten çok hedef benim için standartları yükseltmek olmalı. Bir mağazanın kapısında içeri girdiğiniz vakit, orayı ne kadar kendinize ait hissediyorsanız, orada kendinize ne kadar değer verildiğini hissediyorsanız işte asıl olan budur.

Bu işi yapabilmek için en temel dürtü nedir sizce?

Kitabı çok sevmek. Kitabın yaprağına, cildine dokunurken bile farklı dokunurum.

Dükkanıza giren insanların kitapları seçiş ve dolaşma şekillerinden,sordukları sorulardan  v.s o kişi hakkında bir analiz yapar mısınız?

Elbette. Bir kişinin dükkandan içeri girer girmez merhaba deme şekli, yüz ifadesinden başlayıp da, kitabı sorma, sayfaları çevirme şeklinden kendi kendinize otomatik olarak kodlar geçiyor aklınızdan, çözmeye başlıyorsunuz. Genellikle doğru çıkıyor.

Peki o kişiyi çözmeye başladığınızda elde ettiğiniz bilgileri satış amaçlı mı kullanıyorsunuz?

İlk tercihim bilgidir. İnsanı tanımak benim için çok önemlidir. İşim için de önemli.

Çocukluğunuz çok büyük kütüphaneli bir evde mi geçti veya bir kitap kurdu mu oldunuz her zaman? Nasıl bir çocuktunuz?

Erzincan doğumluyum. Ben 2-3 yaşındayken İstanbul’a gelmişsiz. Haylaz, yaramaz ama içe dönük bir çocuktum. Kendi içimde yaşardım duygularımı. Ama bu yaramaz olmama engel değildi. Örneğin bir elma çalma hikayem var. Ailem hep anlatır bana.

Klasik komşunun ağacından çalınan elmalar mı bunlar?

Hayır. Buradaki çalma şekli çok enteresan. İlkokul 1.sınıfa giderken Okmeydanı’nda oturuyorduk. Cumartesi günleri pazar kurulurdu. Pazar araçları arka tarafa dizilirdi. Kasaları kamyonlarda dururdu ve eksildikçe buradan takviye ederlerdi. Ben meyveyi çok severim. Elma en hassas olduğum konu. Hala öyle, hiç değişmedi. Ve orada kasası açık elmalar gördüm. Arabanın arkasına tırmandım, iki tane elma aldım. Arkadaşlarım da aldı bu arada. Durumu fark eden pazarcı da bizim arkamızdan koşmaya başladı. Tabii ben ne yaptığımı çok iyi bildiğim için kaçmaya başladım. Olay bambaşka yerlere taşındı, ciddi sorunlara neden oldu sonra.

Kitaba olan yakınlığınız,  içe dönük geçirdiğiniz çocukluğunuzdan geliyor olabilir mi?

İlkokulda Can Yayınları’nın kitapları, Dede Korkut hikayelerini düzenli olarak alırdım. Kimse bana akıl vermezdi, şunu oku, bunu oku diye. Alır, toplardım. Bir tanesini, iki tanesini okurdum ama hep toplardım. Bu işi meslek haline getirebileceğimi hiç düşünmemiştim.

Sporu sever misiniz?

Uzun yıllar basketbol oynadım. Ama şu aralar pek spor yapamıyorum. Biraz vakitsizlik, biraz yorgunlukla ilgili. Ama başlayacağım.

Tatil yapmalıyım diye yola çıktığınızda nerelere gidersiniz?

Düzenli tatil dönemlerim hiç olmadı. Olduğu zamanlarda yurtdışına gittim. Şehirleri ve insanları tanımak için giderim. Sokakta yürüyen insanlarla, mekanlar birbirleri ile ne kadar ilişkili ve uyumlu ona bakarım. Dediğim gibi aslında pek tatil imkanım olmuyor. Özellikle son 4 senedir. Tamamen hedefe kilitlenmiş bir şekilde çalıştığım için. Ama şimdilerde istiyorum bir yerlere gitmek. İlk planım Prag. Sonra da Floransa ve İrlanda.

Türkiye’de özelikle gitmek istediğiniz bir yerler var mı?

Kuzey Karadeniz ve Doğu Anadolu. Türkiye’nin başka renkleri, başka dokuları buralar. Hep ertelediğim arzular. Ama bir gün mutlaka gideceğim.

Ege’yi görmek istemez misiniz? Masmavi koyları, parlak güneşi, modern ve ileri fikirleri insanları….

Ege çok önemli benim için. Askerliğimi o bölgede yaptım ben. Aslında askerlik mantığından hep uzak oldum. Askerde kaldığım dönemde de tavrımı belirttim ve silahı elime almadım.

Silahı askerliğin sonuna kadar elinize almamayı başarabildiniz mi?

Direndim, sonuna kadar direndim. Sonunda komutanım beni ikna etti. Empati çok mühim işte. Bir konuya çok mesafelisiniz. Dünyanızın çok dışında bir konu. Ama seninle temas kuracak öyle insanlar çıkıyor ki bazen, bir şekilde sana ulaşmanın bir yolunu buluyor. Komutanım da öyle bir davrandı ki bana, sonunda kendi rızamla silahı aldım. Evet, hayatta silah taşımam ama artık bende iyi bir intibası var en azından.

Başından beri hayatınızdaki süreçten bahsediyorsunuz. Sizi bu noktaya getiren süreçten. Peki bundan sonrası için hayalinizde gerçekleşmesini istediğiniz nasıl bir süreç var?

Kitapevimin devam etmesi ve daha mutlu, keyifli bir yaşam. Mesela buradaki standartları yükselttikçe ben daha keyifli olacağımı biliyorum. Yurtdışıyla daha sıkı bağlantılar içinde olduğumda da daha mutlu olacağım. Bir –iki önemli bir şey daha var ama çok da özele indirgemek istemem.

Bilakis özele indirgeyin. Başka neler var?

Hayatımı daha güzel kılmak için bir çocuk sahibi olmak istiyorum. Bugüne kadar hep erteledim. Ama artık sürekli önüme çıkıyor. Bir kızım olsun istiyorum. Aslında işin özünde hayatımın son anlarına geldiğimde “bunları gerçekten iyi yapmışım.” diyerek gözlerimi kapatıyor olmak herhalde bana yeter!

HILLSIDER 45 / TANSU YEĞEN

1985’de Alman Lisesi’ni, 1989’da ise o dönem Türkiye’nin en iyi ilk 50 öğrencisinin girebildiği Boğaziçi Üniversitesi Elektrik–Elektronik Bölümü’nü bitirdi. Marmara Üniversitesi’nde 1 yıl  İşletme masterı yaptıktan sonra 4 yıl Digital Equipment Corporation, 4 yıl Hewlett Packard ve 7 yıl boyunca Microsoft Türkiye’de çalıştı. Çocukluğunda oyuncakların içini açmaya, gençliğinde ise teknik kitaplar okumaya bayılırdı. Bir gün bilgisayarla tanıştı ve bitmeyen aşkı böyle başladı. İş hayatına girdiği andan itibaren birçok ödül aldı. Son 2 yıldır da Apple Türkiye’nin (ya da Bilkom Bilişim’in diyelim) genel müdürlüğünü yapıyor.

İpek Kigan: Size bir şans daha verilse ilerleyeceğiniz yollar aynı mı olurdu?

Tansu Yeğen: Evet. Hayatımın akışının her aşamasında verdiğim kararlardan çok memnunum.

O zaman BÜ Elektrik–Elektronik bölümü de arzu ettiğiniz bir bölümdü, değil mi?

Kesinlikle. Aslında bilgisayar mühendisliğini daha çok arzu ediyordum. Ama sonra bilgisayar bölümündeki konuları ek dersler alarak kapatabileceğimi düşündüm. En başından beri merakım vardı bu konuya. Lisedeyken ilk olarak Specturm bilgisayarlarla tanıştım. İlk oynadığım oyunu bile hatırlıyorum. Sadece 48 KB belleği vardı!

Specturm bilgisayarın evinize girmesi ile başladı bu aşk anlaşılan.

Küçüklüğümden beri ailem hep şikayet ederdi. Ne zaman bana elektronik oyuncaklar alsalar, ben hep içlerini açarmışım. O ilk bilgisayarda da birkaç oyun oynadıktan sonra makinenin içini açmaya başladım. Sonra oyunların nasıl yazıldığına, bizim onları ekranda nasıl oyun olarak gördüğümüze takılmaya başladım. Bunun üzerine asembre programlama dilini öğrenmeye başladım. Gençliğimde sosyal bir adamdım ama deniz kenarında bu programlama dilini okumaya başladığım zaman “Ne zevk alıyorsun sen bundan?” derledi. İnanılmaz zevk alıyordum. Bu benim hobimdi yani. Bu yüzden kendi hobisini meslek olarak yapan şanslı azınlıktan biri olduğumu düşünüyorum.

Gerçekten bu iş sizin içinizde varmış.

İlk IBM bazlı bilgisayarla tanıştığımda tek düşündüğüm şey program yazmaktı. İlk yazdığım program bir iskambil oyunu olan king idi. Okulda cafelere gittiğim zaman insanlar hep king oynuyordu. Birkaç seyretmeden sonra nasıl oynandığını öğrendim ve King’in programını yazdım.

Yazmış olduğunuz programı kullandırdınız mı birilerine?

Çevremde bazı arkadaşlar kullandı. Ama tamamen amatörce bir çalışma olduğu için şu anda kodu bile yok bende. Oturup yeniden yaz deseniz, o da çok zor. Çünkü bilgisayar programlama dili bence hayattaki en nankör şeylerden biri. İlkokulda öğrendiğiniz matematiği hiçbir zaman unutmuyorsunuz. Ama bilgisayar dili analitik dil ve hatırlanmıyor. Devamlı çalışmak gerekiyor.

Teknik adam olarak başladığınız iş hayatınızı –alt yapınız ve yeteneğiniz bu kadar iyiyken- neden pazarlama ve satış alanına kaydırdınız?

Hikayesi şöyle: Üniversite biter bitmez, Siemens’in fabrikasına gittim. İnsan Kaynakları Departmanı’na çıktım ve “Almanca biliyorum ve Türkiye’de teknik konuda çalışabileceğim tek şirket sizsiniz.” dedim. Ama askerliğimi yapmadığım için benimle görüşmediler bile. Bunun üzerine hemen askerlik yapmaya karar verdim. Bir de bu araya işletme masterı sığdırdım. Geri döndüğümde bilgisayar sektörünün çok gelişmekte olduğunu fark ettim. Ve tereddütsüz olarak Digital şirketinde IT Bilişim Uzmanı olarak işe girdim. Digital, o dönem piyasanın parlayan yıldızıydı. Sonra Compaq Digitial’ı, ondan sonra da Hewlett Packard Compaq’ı satın aldı. Her iki şirket de bugün yok. İşe girdikten sonra baktım sürekli kullanıcılardan şikayetler geliyor, ikinci haftanın sonunda bütün şirket çalışanlarına o günkü unix sistemlerde kullanılan yazılımların eğitimlerini verdim. Benim için kompüter kitabı okuyup anlamak gerçekten keyifli bir şey.

Niye verdiniz çalışanlara bu eğitimi, hem de kimse size yap demeden!

Çünkü kullanıcılar devamlı sorular soruyorlardı. Böylece bütün ekip bu sorulara cevap verebilsin, hem de kendileri de sorularına cevap bulabilsin diye verdim. Üçüncü hafta baktım, kullanıcılardan hala şikayet gelmeye devam ediyor. Şikayetlerini iletebilecekleri ve takip edebilecekleri bir sistem geliştirdim. Sonra bu sistem çalışmaya başladı. 9.ayda bütün genel müdür ve genel müdür yardımcılarına bir sunum yapmak istedim. Geçtim hepsinin karşısına “Bakın!” dedim, “Satıcılar yanlış sunum yapıyor. Bundan sonra artık power point teknolojisi ile sunum yapmamız lazım.”

O zaman daha power point kullanılmıyor yani!

Tabii, asetatlar ile yapılıyordu sunumlar. Neyse bir yılın sonunda şirket toplantısında bütün müdürler kendi departmanlarının yaptığı ciroları ve başarıları söylüyorlardı. Satış müdürü cirosunu söyledikten sonra “Teknik departmanın bu ciroları yapmasının nedeni biziz. Biz müşterileri bağlamasaydık, onlar bu ciroları yapamazlardı.” dedi. O anda durumun farkına vardım. Gelecek satış- pazarlamadaydı. Ve o gün şirket toplantısından sonra istifamı verdim. Boşa kürek çektiğimi hissetmiştim. 3 ayrı müdür istifam üzerine benimle konuştular. Şirkette yeni kurulan PC departmanı için gelen teklifi kabul ettim. Ve pozisyon değiştirerek aynı şirkette bir süre daha devam ettim.

Alt yapınızın teknik bazlı olması, yazılım ve servis tarafını çok iyi biliyor olmanız, bu sektörde satış-pazarlama yaparken de avantaj sağlamıştır?

Sağlamaz mı? Hemen bir örnek vereyim. HP’deyken Yapı Kredi Bankası’nda 600 serverlik bir ihale vardı ve ben satıştan sorumlu kişiydim. Çantamda tornavida gibi çeşit çeşit alet edevat vardı. Hem üst yönetimle satışı konuşuyor, sonra da teknik kadroya makinenin içini açarak neler yapacağımızı anlatıyordum. Nasıl bir avantaj olduğunu anlatabilmişimdir umarım.

Sektörün en büyük firmalarından Hewlett Packard’a geçişiniz beklenmedik bir teklifle mi oldu, yoksa siz mi başvurdunuz?

O süreye kadar Digital’daki pozisyonumdan çok memnundum. O zaman şirketin genel müdürü Şahin Tulga idi – şimdi  HP’nin genel müdürü – ve her konuda çok iyi anlaşıyoruz. HP’den ilk teklif geldiğinde Türkiye ofisi ile görüştüm. Beni çok beğenmişler ama inanın düşünmedim bile teklifi. Çünkü şirketimi seviyordum. Görüşmeye de meraktan gitmiştim açıkçası. Sonra bir gün 39,5 derece ateşle evde otururken bir telefon geldi. HP’den arıyorlardı. “1 saat içinde burada olman lazım, seni başkan yardımcısı ile görüştüreceğiz.” dediler. “Çok hastayım, gelemem.” dedim. Ama o kişi ile görüşebilmem için uygun günün sadece bugün olduğunu söylediler. İkinci görüşmeydi. Sorumlu hissettim kendimi, atlayıp gittim. Ertesi gün şöyle bir mektup geldi. “HP’ye olan girme isteğiniz ve 39,5 ateşle gelip bizimle bu görüşmeyi yaptığınız için çok teşekkür ederiz. Bizim sizin gibi çalışanlara ihtiyacımız var. Muhakkak sizinle çalışmak istiyoruz.” yazıyordu. Bunun üzerine “Belki HP benim için doğru hareket olur.” dedim kendi kendime. Böylece 94 Kasım’ında HP’de işe başladım.

Peki Microsoft’a geçişinizde yine böyle bir hikaye var mı?

Evet. HP’ye Pazarlama Müdürü olarak başladığımda marka 5 numaradaydı. Sonra kısa bir süre içinde 1 numaraya yükseldi. Keyfim inanılmaz iyiydi. 93 yılında Emre Berkin beni Digital’de bırakıp Microsoft’a geçtiğinde açıkçası biraz bozulmuştum. Geçerken “Sen de gel.” dedi ama ancak teknik bir pozisyona geçebilecektim. Çünkü satış ve pazarlama ile ilgili pozisyonlar doluydu. Oysa ben satışa geçebilmek için teknik pozisyonumu bırakmıştım zaten. O zaman onunla gitmedim ama Emre Berkin ile her zaman iyi bir ilişki içindeydik. 98 yılında Microsoft’ta çalışan bir arkadaşım “Ben Suudi Arabistan’a gidiyorum. Yerime de senden başkasını düşünemem.” dedi. HP de o kadar iyi bir kariyer devam ettiriyordum ki; önce çok sıcak bakmadım ama Microsoft’a hayır demek çok zordu tabii. Sonra kabul ettim.

İş hayatınız boyunca elde ettiğiniz birçok ödül var. Bu ödüller nasıl geldi?

Ödüllerin nasıl geldiğini inanın bilmiyorum. Genelde gelen bütün ödülleri hep sonrasında öğrendim. Hiçbir zamanda ödül almak için özel bir çalışma yapmadım. Ama ilk iş hayatına başladığım günden, genel müdür oluncaya kadar ödülsüz senem yok diyebilirim.

Bu ödüllerin içinde sizi en çok mutlu eden hangisi oldu?

Microsoft’un düzenlediği, 245 bölgenin katıldığı bir yarışmada benim projemin birinci gelmesi. Bill Gates’in ve 10.000 kişinin önünde sıralamayı açıklarken, -hiç unutmuyorum- birinci sırada dediklerinde on bin kişi “Türkiye” diye bağırıyordu. Gerçekten çok önemli bir başarıydı benim için.

Microsoft gibi dünya devi bir şirket, 7 yıl genel müdür yardımcılığı, dünyanın en başarılı iş adamı Bill Gates ile yüz yüze görüşmeler… Bir çok insanın hayal bile edemeyeceği bir iş hayatı… Neden Microsoft’tan ayrıldınız?

Microsoft’tan ayrılmamda, daha doğrusu Apple Bilkom’a geçmemde iki şey çok etkili oldu: Bir tanesi Koç, diğeri de Apple markası. Apple Türkiye’de faaliyetlerini Koç Holding bünyesinde sürdürüyor. Apple gerçekten dünyanın tüketicileri etkileyen bir numaralı markası. Bunu söylerken birçok bağımsız kuruluşun yaptığı araştırmalara dayanarak söylüyorum. Teklif geldiğinde bu şirkete katkıda bulunabilecek birçok birikimim olduğunu düşündüm. 2 yıldır buradayım. Ve kararımdan hiç pişman değilim. Çok uzun bir yol kat ettik.

Neler yaptınız 2 yılda?

Apple mağazaları açmaya başladık. Bugün itibarıyla 6 adet mağazamız var. Kullanıcılara Apple markasını tanıtabilmek adına çok yoğun Apple etkinlikleri yaptık. Teknik desteğin kalitesini en üst düzeye çıkardık. Şimdiki hedefimiz ve projelerimiz, açıkçası Apple markasının çok yoğun bir şekilde pazarda görünmesi üzerine. Pazarlama çalışmalarında çok yoğun aktiviteler olacak. Mağazaların sayısı önümüzdeki yıl sonu itibarıyla 12’ye çıkmış olacak .

I-podlar var bir de. Sanırım Apple’in en çok satan ürünü.

I-pod dünyada ve Türkiye’de bir aşk markası oldu. Son 5 yılda 60 milyon adet i-pod satıldı. Sony Walkman 1979 yılında çıktı ve bugüne kadar 300 milyon adet satıldı bütün dünyada. Şu anda tüketici elektroniğinde i-pod bir tarih yazıyor. O kadar ilginç bir tarih ki bu, senin i-podun ne kadar diyenler, i-poduna isim takanlar… Rakipler geliyor. Buna rağmen herkes i-podu arzuluyor.

Rakip ürünlerin i-pod’un etkisini düşüreceğinden korkuyor musunuz?

Hayır. Geçenlerde Steve Jobs’un aynen böyle bir soru karşısında verdiği cevap şöyle: “Bu sorduğunuz soru çok mantıklı değil. Bu soru başkalarının dudakları var diye, sevgilinizin dudağını öpmemek ile aynı anlama gelir.” Gerçekten i-pod içinde yaşadığımız senelere damgasını vuran bir ürün. Türkiye’de bazı kişilerin 27 adet i-podu var. Bir tanesine klasik müzik yüklüyor, diğerine pop müzik.

Yönetici olarak en beğendiğiniz özelliğiniz hangisi?

Ne olursa olsun ekibimi dinlemeye çalışmak ve onlardan geri bildirim almak.

Bugünkü Tansu Yeğen’i oluşturan etkenlerin içinde en önemlileri sizce hangileri?

Eğitimim, arkadaşlarım, çalıştığım iş yerleri, askerlikte yaşadıklarım…

Çocukken teknik kitaplardan başınızı kaldırıp, spor yapabiliyor muydunuz?

Nerdeyse 12 yaşımdan beri basket oynuyorum. Aslında bir takıma girmeyi düşündüm ama eğitim tarafı her zaman biraz daha ağır bastı.

Şimdi spor yapıyor musunuz?

Hillside’a teşekkür borçluyum. Trio’daki kapalı basketbol salonu yüzünden… Basketbol oynamayı çok kolay bir hale getiriyor. Önceden grup ayarlamanıza gerek yok. Hillside’a gittiğiniz zaman tek başınıza olsanız bile, orada bulunan diğer insanlarla basket oynayabiliyorsunuz.

Sadece basketbol mu oynuyorsunuz?

Basketbol ve squash oynuyorum. Özelikle yeğenimle çok sıkı maçlarımız oluyor squashta. Hillside öyle bir şey yapıyor ki devamlı getirdiği yeniliklerle hiç aklınızda yoksa bile, aklınıza sokmayı başarıyor. Yenilikçiliğini çok takdir ediyorum. Haftada iki kez Hillside’a gidiyorum, iki kez de açık havada yürüyüş yapmaya çalışıyorum. Eğer ekstra bir vakit bulursam yüzmeye gidiyorum.Yazın Hillside’ın ortamını çok seviyorum. Bir sebeple Hillside’a getirdiğim yabancı misafirlerimin hepsi buraya vuruluyor. Böyle bir tesisin yurtdışında olmadığını söylüyor hepsi. Gerçekten çok imreniyorlar.

Yapmaktan keyif aldığınız başka neler var?

Film seyretmek.

Sinemaya mı gitmek, yoksa evde mi seyretmek tercihiniz? Eminim evinizde son sistem her tür teknolojik alet edevat vardır.

Tabii, tabii. Evimde o konuda ne ararsan mevcut. Bol bol LCD ekranlar, plazma televizyonlar var. Müzik sistemi bile tamamen görüntülü müzik sistemi. Ama yine de sinemanın yerini hiçbir şey tutamaz.

Ne tarz bir tatil anlayışınız var?

Genelde yılda 2 kere yurtdışı, bir kere de bir tatil köyü. Her iki yılda bir de muhakkak Hillside Beach Club, Fethiye. Her iki yılın birinde de “Neden Hillside Fethiye’ye gitmedik” diyerek serzenişte bulunmak… “Mutlaka başka bir yerler olması lazım” diyor insan. Ama bir türlü o “başka yeri” bulamadık biz.

Evlisiniz sanırım, çocuğunuz var mı?

11 yaşımda kızım ve 1 yaşında oğlum var.

Tansu Yeğen nasıl bir baba?

Sadece Pazar gününü kaliteli şekilde ailesine ayırabilen ve bu kadar az vakit ayırabildiği içinde üzülen bir baba…

Çok yoğun 5 gün ve sonra hafta sonu. Yine de yapılacak bir sürü iş var. Spor, çocuklar için organizasyonlar, eşinizle yapmak istedikleriniz, alışveriş, koltukta uzanıp zap yapmak v.s…. Hafta sonu hayatınızı yönlendiren siz misiniz, yoksa çocuklarınız veya eşiniz mi?
Hafta sonunu tamamen eşim ve çocuklarım yönlendirir, kontrolü onlara bırakmaya bayılıyorum. Hatta bu sayede kendimi çok iyi hissediyorum.

Kızınızı teknolojiye ve bununla ilgili mesleklere yönlendiriyor musunuz?

İstediğim kızımın gerçekten arzu ettiği işi yapması ve benim de bu konuda onu yönlendirebilmem. Ama ister istemez kızımın da teknolojiye ilgi duymasına neden oluyorum. Teknolojiye yönlendirmiyorum ama teknolojinin içinde büyüyor zaten.

Korkusu yoktur ki! Ola ki yanlış bir şey yapsa printerı bağlarken nasılsa babası düzeltir. Bu cesaretle rahat öğreniyordur bence.

Doğru valla. Bazen çok önemli bir toplantının ortasında arıyor mesela. Ya bilgisayar çalışmıyor, ya internete bağlanamıyor; bir sorunu var ve beni arıyor. Diyorum ki; “kızım çok önemli bir toplantıdayım, şirketten yardım alsan”. O zamanda diyor ki; “baba sen yardım etmezsen, bana kim yardım edecek? Ama açıkcası Mac bilgisayara geçtiğimizden beri çok rahat ettik. Her ebeveynin çocuklarına Mac bilgisayar almasını tavsiye ederim. Çünkü Mac bilgisayarda kullanılan ve içinde windows’un çalışabildiği işletim sisteminde virüs falan girmesi mümkün olmadığı için böyle sorunlarla karşılaşılmıyor.

Okumaya fırsatınız oluyor mu?

Çok iyi bir okuyucu değilim maalesef. Okuduğum zaman da iş kitapları okumayı tercih ediyorum. Kendimi daha iyi tanımama destek verecek kitaplar, başkalarının başarı biyografileri üzerine olan kitaplar.

İlerde çok yoğun olmadığınız dönemlerde acaba üniversitelerde birikimlerinizle ders vermeyi düşünür müsünüz?

Aslında şimdi de bilgi ve tecrübelerimi paylaşmamı istedikleri birçok yerde seminerler veriyor, konuşmalar yapıyorum. Mutlu oluyorum açıkçası insanlara bir şeyler vermekten, bilgi aktarımında bulunmaktan, onların geri bildirimlerini dinlemekten. Üniversitede ders vermek, 50’li yaşlarımdan sonra yapmayı gerçekten istediğim şeylerden biri. Bir diğeri de, yeni gelişmekte olan iş adamları ile çalışarak onlara ve ayrıca şirketlere danışmanlık yapmak.

Emeklilik hayalleriniz bunlar mı?

Hayır, gerçek hayalim emeklilik yaşıma geldiğimde Datça gibi bir yere yerleşmek.

Sizce 100 sene sonrasının dünyası nasıl olacak?

100 sene sonrasında, teknoloji hayatımızın bir parçası olacak, belki vücudumuza entegre olacak. Bu sayede birçok iş 2006 yılına göre çok daha hızlı ve verimli yapılacak. Ulaşım gibi bir çok sorun kalmayacak. Ben uzay filmlerinde gördüğümüz gibi abartılı evler, araçlar göreceğimizi beklemiyorum. Tam aksine doğaya daha fazla saygı, doğala daha fazla dönüş olacağına inanıyorum. En büyük tehlikeyi ise, doğanın bu sanayi gelişmeyi kaldıramayacak kadar kirlenmesinde görüyorum.