HILLSIDER 94 / ELEMENTLERİN GÜCÜ ADINA!

Hillsider Magazine 94 - Elementler 1

Geçen sayıda Hermes ile gerçekleştirdiğim röportajın etkisindeydim hala. Kolay mı, binlerce yılın bilgesiydi O. Yanıma geldiğinde dünya üzerindeki her bir uygarlıktan esinti getirmiş, zamansızlığın büyüsüyle beni sarhoş etmişti.

Bir sonraki buluşmam Güneş Tanrısı Apollo ve Ay Tanrıçası Artemis ile olacaktı. Ve ben Hermes’in baş döndürücü rüzgarının etkisinin altındayken bu birbirinden önemli Olimpos kardeşlerine nasıl dikkatimi verecektim, bilemiyordum. Şu bir gerçekti; bu işi yapacaksam, bu insanüstü karakterlerin çekim alanlarına girmemem gerekiyordu! Mümkün müydü? Cevap belliydi ama hepimiz cevabını bildiğimiz bir çok sorunun peşinden gitmemiş miydik! Tabii ben de bile bile gidecek, beni nereye götürürse götürsün bu sihirli bulutun içinde olmaya devam edecektim.

Apollo ve Artemis görüşme için beni Atina’ya çağırmışlardı. Akropolis’te çok önemli bir toplantı olduğunu ancak oraya gidersem -o da belki- benimle kısa bir süre görüşebileceklerini söylemişlerdi. Tabii Hermes ile haber göndermişlerdi demek daha doğru!

Ne yapalım, el mecbur dedim, atladım bir uçağa Atina’ya gittim. Çok ama çok sıcak bir gündü. Akropolis’e çıkmak da görüldüğü kadar kolay değildi, hem de güneş en tepedeki yerinden buram buram kavururken! Muhteşem tarihi yapıların yanından geçerek yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya devam ediyordum.

Athena ile Poseidon’un Atina şehrini almak için mücadele ettikleri tapınağın önüne gelmemi söylemişlerdi. Güneşin sıcaklığı bedenimin ısısını çok yükseltmişti. Fantastik Dörtlü’deki Alev Adam gibi alev almama ramak vardı diyebilirim:) Yerler kuru topraktı ve çevrede bir ağaç bile yoktu. Güneş o kadar tepedeydi ki; arada soluklanmak için bir gölge aradığımda bulamıyordum. Bir taraftan susuzluk, bir taraftan topraktan yükselen ve bütün bedenimi saran ateş, diğer taraftan bitmek bilmeyen tırmanış sanki artık hava almamı da engelliyordu.

Buluşma yerine gelmek üzereyken arkada saklanmış bir çeşme olduğunu fark ettim. Suya doğru nasıl koştum; içtim mi yoksa yıkandın mı hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde 5 dakika sonra kuruyacak kadar sırılsıklamdım ve biraz olsun düşünebiliyordum.

“Bu tanrılar benimle oyun oynuyorlar herhalde.” dedim kendi kendime. Şu perişanlığımı seyredip, “Zavallı ölümlü insanlar!” diyerek eğleniyorlardır. Çeşmenin yanında bitkin bir şekilde otururken ‘tanıdık bir rüzgar’ esti. Saatlerdir aradığım gölge, üstüme düştü sonra. Başımı kaldırdığımda Hermes o yaramaz çocuk bakışlarıyla bana bakıyordu. Kocaman bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Kalkıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Zaten sarılamaya kalksam başarabilir miydim onu bile bilmiyordum. Bana Apollo’dan bir haber getirmişti! Görüşme başka bir zamana ve yere ertelenmişti. Sözü sözdü ama şimdi zamanı değildi. Buraya kadar çok yorulduğum için bana bir hediye vereceğini de söylemişti. Ben;  “Ama bunca yolu boşuna mı geldim, Hillsider’ın sonbahar sayısına yazmam gerekiyor bu röportajı, yapmayın etmeyin…” derken bir an nefessiz kaldım, başım döndü. Hermes’in gözlerindeki ışıltıydı galiba o son gördüğüm. “Merak etme” dedi fısıltıyla, “Zamanı geldiğinde senin için her şey çok daha iyi olacak. Sadece şu an sorgulamayı bırak ve olanı kabul et!”

Oturup kaldığım toprağın sertliği yoktu sanki artık. Sıcaklık derimi yakmıyordu. Gözümü yavaşça açtım ve evimde, koltuğumun üstünde oturduğumu fark ettim şaşkınlıkla! Nasıl olabilirdi, yoksa her şey bir rüya mıydı, bu insanüstü varlıklar beni deli etmeye mi çalışıyorlardı! Bacaklarıma bulaşmış kuru, sarı toprak ve hala sırılsıklam olan bluzum olmasaydı rüya gördüğüme inanacaktım.

Apollo’nun hediyesi bu olmalı herhalde, diye düşündüm. Neyse en azından eve gelmem sadece 1 saniye sürmüştü. Sıcaktan ve susuzluktan hayati tehlike atlatmış bile olsam her şeye değerdi bu anları yaşamak. Gerçek dünyaya dönmüştüm ve çok acil yetiştirmem gereken bir yazı vardı. Üstelik yeni bir şeyler bulmalıydım. Hermes’in dedikleri içimi rahatlatmıştı. Mutlaka bir gün Apollo ve Artemis ile buluşacaktım. Belli ki çok daha farklı ve güzel şeyler olacaktı. Boşuna “Zamanı geldiğinde her şey senin için çok daha güzel olacak.” dememişti büyük bilge! Sözünü dinledim ve hiç bir şeyi didiklemeden kendimi olasılıklar nehrine bırakıverdim…

Ama tabii hala yeni bir astroloji yazısı yazmam gerekiyordu:) Ben de Akropolis’te en çok hissettiğim şey üzerine yazmaya karar verdim: 4 Element!images1

Astrolojide 4 Element

Birçok şeyde olduğu gibi astrolojide de 4 element çok önemli rol oynar. Yaşamın kaynağı ateş, hava, toprak ve su! Astrolojide doğum haritasındaki gezegenlerin bulundukları burçlara göre belirlenen element dağılımı karakterimizin de belirleyicilerindendir.

Yükselen, Güneş ve Ay’ınızın hangi burçlarda olduğu element dağılımının en önemli belirleyicilerinden olsa da, bunlarla birlikte gerçek sonucu Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn ve haritanın tepe noktasının da bulunduğu burçların elementsel toplamı oluşturur.

Eğer bir kişinin haritasında herhangi bir element, belli bir oranın üzerindeyse veya altındaysa – ki bu oranı % 70 ve üstü veya % 15 ve altı diye tabir edebiliriz- o zaman kişinin üzerinde zorlayıcı etkiler olarak kendini göstermeye başlayabilir. Bu durum, elementlerin dengeli dağılımına göre çok daha önemlidir. Kişi bunun üzerinde farkındalık sahibi olursa kendini dengeleyebilmesi için yapması gerekenleri de bilecektir!

Bu 4 elementin varlığı, vurgusu veya eksikliği astrolojik olarak insan üzerinde ne gibi etkiler mi oluşturuyor? Merak ettiyseniz biraz anlatayım…

Ateş Elementi

Ateş elementine sahip burçlar tahmin edebileceğiniz gibi Koç, Aslan ve Yay’dır. Ateş elementi canlılığı, heyecanı, hevesi ve dünyaya renk getiren enerjiyi anlatır. Yaşam enerjisi, cesaret, motivasyon ateş elementinin tariflerindendir.

Bu yüzden ateş burçları enerjik, dürüst, hayata bağlı, coşkulu, çocuksu ve iyimserlerdir. Kendilerini seven ve özgüvenleri yüksek bir yapıları vardır, egoistliğe doğru meyil edebilirler.  İyi niyetli olmalarına rağmen, bazen istekleri çok yoğun ve hatta zorlayıcı olur ki; bu diğerlerinin duygularını incitebilir. Fiziksel aktiviteden, eğlenceden ve özellikle spor yapmaktan keyif alırlar.

Ateş aşırı vurgulandığında yani doğum haritasındaki gezegen ve kişisel noktalarının çoğunluğunun ateş burçlarında olması durumunda kişi fazla hareketli, huzursuz, hayata karşı ısrarcı, sürekli bir şeyler yapmakla meşgul olur. O kadar ki bu aşırı hareketlilik ve isteklilik hali kendilerini yakacak düzeye ulaşabilir. Güçleri kontrol dışına çıkabilir, sabırsız, kavgacı, düşüncesiz, aşırı bencil kişiler olabilir. Egolarının çok yüksek olması, başkalarını küçümsemeyi; fazla iyimser ve özgüvenli olmaları ise hayal kırıklıklarını getirebilir.  Aşırı ateşi dengelemek için soğuk ve nemli besinler, tahıllar, kök bitkiler ile beslenmek, papatya çayı gibi sakinleştirici ve uyku düzenleyici çaylar tüketmek iyi gelebilir. Ayrıca Thai Chi, Qi-gong gibi yavaş, nazik hareketlerle ve özel nefes teknikleriyle yapılan çalışmalar da tercih edilebilir.

Eksik olan ateş elementi ise çok önemlidir. Çünkü ateş canlılık kaynağıdır. Ateş burçlarında çok az veya hiç gezegeni olmayan kişiler fiziksel olarak güçsüz ve enerjisiz olurlar. Cesaretsiz, yaşama karşı güvensiz, iyimserlikten uzak bir yapı sergilerler. Güzel haber ise ateşin eksikliği, dengelemenin en kolay olduğu elementtir. Çünkü sadece spor yapmak veya düzenli fiziksel egzersizler bile ateşin yükselmesini sağlayacaktır. Ya da benim gibi Ağustos ayında ve özellikle saat 12’de Akropolis’e çıkabilirsiniz!J

Hava Elementi

Sevgili İkizler, Terazi ve Kova burçları hava elementinde olan burçlardır. Hava elementi iletişimi, sosyalliği, zihni ifade eder. Merak etmek, objektif olmak, olayları her yönüyle değerlendirebilmek, her şeyi önce düşüncede var etmek ve öğrenmek hava elementini anlatır.

Dolayısıyla hava burçları da bu özellikleri taşır. Doğum haritasında hava elementi yüksek olan kişiler genellikle entelektüel kapasitesi yüksek, konuşmayı seven, rahat iletişim kuran, mantığını kullanabilen, zeki, hareketli, analiz yeteneği olan, meraklı kişiler olurlar.

Ama her elementin olduğu gibi haritadaki aşırı hava vurgusu da bir dengesizliğe yol açar ve kişilerin üzerinde yıpratıcı etkileri olabilir. Öncelikle zihinlerinin aşırı çalışması çok yorucudur, ortaya kafasının içinde yaşayan bir kişi çıkabilir. Düşündüklerini hayata geçirmekte zorlanabilirler. Aşırı hava vurgusu bazen kişiyi düşüncelerine hapsedebilir! Sinir sistemleri çok hassas ve aktif olabilir.

Dingin ve sakin müzikler dinlemek, meditasyon ve yoga yapmak bu aşırı vurguyu dengelemek için çok faydalı olacaktır.

Eksik hava elementi ise en anlaşılamayan eksikliktir. Çünkü doğum haritalarında hava burcunda gezegenleri ve kişisel noktaları az olan veya hiç olmayan kimseler, kendi düşüncelerini çok beğenir, en mantıklı ve objektifi aramakla uğraşmayıp sadece bildiklerini yoldan ilerlerler, tabi bunun en doğru yol olduğunu düşünerek! Dolayısıyla kendilerindeki eksikliği anlamaları çok da mümkün değildir. Bazen hava eksikliği kişiye içe dönük ve suskun bir yapı da verebilir. Bu kişiler sürekli anlaşılamadıklarını düşünebilir veya kendini bir türlü ifade edemediklerini hissedebilirler.

Hava elementini dengeye getirmek için çözüm yolu ateş elementindeki kadar kolay değildir. Ama insanlar genellikle kendilerinde eksik olan elemente doğru çekilirler. Doğal bir tamamlanma hali. Eş ve arkadaş seçimleri ve iletişim ağırlıklı meslek seçimleri ile farkında olmadan kişi kendini dengelemeye çalışıyor olabilir. Ayrıca dışarıda yapılan düzenli günlük yürüyüşler oksijen alımını artırarak, zihin yenilenmesine yardımcı olacaktır.

Hillsider Magazine 94 - Elementler 2

Toprak Elementi

Zodyak’ın en ayağı yere basan, toprak elementinin hakimiyetindeki burçlara ‘Merhaba’ diyelimJHangileri mi diyorsunuz, tabii ki Boğa, Başak ve Oğlak!

Ne istediklerini bilen, çalışkan, kararlılık ve sabırla adım adım hedefe ilerleyen, yaşamlarındaki her şeyde güven ihtiyacı duyan, olayları somutlaştırıp ortaya çıkaran, fiziksel duyularıyla ve maddi dünyanın gerçekliği ile iç içe olan toprak enerjisi.

Toprak elementi kendine ait olanı koruyan, tutan, biriktiren, toplayandır. Elle tutulur, gözle görülür yani somut olanla ilgilidir.

Toprak vurgusunun yoğunluğu hayal gücü eksikliği, kıpırdayamama, sıkıcı ve monoton bir hayat, fazla gerçekçi, katı ve depresif bir yapı getirebilir.

Harekete geçmekte, hareket etmekte zorlanabilirler. Bu nedenle metabolizmaları ve sindirim sistemleri yavaş çalışır. Hafif beslenme tarzını tercih etmeleri, düzenli egzersiz yapmaları – ki yapmamak için her zaman çeşitli bahaneleri hazırdır- toprak fazlalığının getirdiklerini dengeleyebilir.

Eksikliği ise fiziksel beden ihtiyaçlarını fark edememe, olayları somutlaştıramama, düzenli ve takip edilmesi gereken işlerde sorun yaşama, muhasebe tutmak, ödemeleri planlamak  gibi konularda sıkıntı, rutin işleri pratik şekilde tamamlayamamak gibi zorluklar getirebilir. Bıraksan yemek yemeği bile unutabilecek kadar her türlü fiziksel ve bedensel ihtiyaçlarını göz ardı etmeye meyilli oldukları için düzenli yemek yemek, su içmek, uyumak, dinlenmek gibi konulara ayrıca özen göstermeleri gerekir.

Toprak eksikliğini dengelemenin en kolay yollarından biri toprak ile temas etmek – mesela arada ayakkabıları çıkarıp çime, kuma, toprağa basmak-  seramik, bahçe, peyzaj türü hobiler edinmektir. Ayrıca zaten toprak elementi yüksek kişileri hayatlarına almış veya mühendislik, bankacılık gibi işleri yaşamlarına katarak toprak enerjisini dengelemeye çalışmış da olabilirler.

Su Elementi

Su elementi tüm evreni severek kucaklamaktan, saplantılı takıntılara, nefes aldırmayan korkulardan, derin ve boğucu hissiyatlara kadar tüm duygusal tepkileri temsil eder.

Su burçları Yengeç, Akrep ve Balık’tır. Su elementi burçları derin hisselere sahip, empati kurabilen, karşısındakinin ihtiyaçlarına duyarlı, evrenin bilgeliğine karşı farkındalıkları yüksek olan burçlardır. Suyun soğuk ve karanlık tarafını da belirtmek lazım tabi! Gizem, manipülasyon, saplantı, düş dünyasında kaybolmak, sınırları çizememek, gerçeklerden kaçmak su elementinin bünyeye gizlice yayılan etkileridir.

Doğum haritasında gezegenlerinin ve kişisel noktalarının büyük çoğunluğu su burçlarında yerleşen kimseler su elementi aşırı vurgulu kimselerdir. Ve bu dengesizliğin en belirgin özelliği kişinin kendisini büyük bir okyanusta dümensiz, küreksiz, pusulasız bir teknede sürükleniyor gibi hissetmesidir. Hayal güçleri çok yüksek ve sezgileri çok keskindir. Spritüel ve okült konulara doğal yetenekleri vardır. Bir kişiye ve konuya kendilerini samimiyetle adayabilecek kadar verici ve cesur olabilirler. Ama aşırı hassas, kırılgan, gerçeklerden kaçmaya müsait yapıları dolayısıyla buna yardım edebilecek alkol ve uyuşturucu gibi maddelere karşı da eğilimli olabilirler. Su elementinin aşırı yüksekliği bazen çekingen ve fazlasıyla içe dönük bir yapı verebilir. Mantıktan uzak ve sübjektiftirler. Olayları konuşarak, ortaya çıkararak halletmek yerine daha sinsi ve gizliden ilerlemeyi tercih edebilirler. kapak_baski*1 copy

Ödeme meyilli olan bedenlerini dengeye getirmek için sıvı alımı azaltılmalı, fesleğen, kekik ve maydanoz gibi ödem giderici bitkiler tüketilmeli ve gerçeklik algısından uzaklaştıran, bağımlılık geliştiren her türlü maddenin kullanımına karşı çok dikkatli olunmalıdır.

Su vurgusu eksikliği ise psikolojik, fiziksel ve duygusal sorunlara neden olabilir. Kendi duyguları ile temasa geçmekte zorlanan bu kişiler için duygularını ifade etmek oldukça zordur. His dünyası yabancı gelir. Empati kurmak ise neredeyse imkansız! Çoğunlukla soğuk ve mesafeli kişiler olur. Duyguyu korkutucu ve tehlikeli olarak algılarlar. Bu kişiler otomatik olarak duygularını rahat ifade eden insanlara çekilir, kendilerini bu şekilde dengeye getirmek isterler. Ayıca karşısındakini anlamaya odaklanacakları öğretmenlik, psikologluk gibi meslekleri tercih ettikleri de görülür. Bütün bunlar kişinin kendindeki eksik elementi dengelemeye çalıştığı bilinçdışından gelen doğal itilimlerdir.

Su ile temas edilmesi, bol su içilmesi, deniz kenarında vakit geçirilmesi, meditasyon ve özellikle yin yoga yapılması da su eksikliğini dengeye getirmek için kullanabilecek yöntemlerdir. Sanatsal faaliyetler; resim, müzik, yazı yazmak gibi duygularını dışarıya ifade edebileceği alanlara yönelmek de iyi gelecektir.

Elementlerimizin dengelenmesi temennisi ile, bir sonraki sayıda görüşmek üzere..

 

 

 

HILLSIDER 92 / MELTEM CUMBUL

hillsidermagazine92-meltemcumbul1

Sıcak bir gülümsemesi, oldukça yüksek enerjisi var. Ama onunla tanıştığım andan itibaren beni en çok etkileyen ‘netliği’ oldu. Ne istemediğini çok iyi biliyor, hızlı karar veriyor, tereddüt etmeden açık bir şekilde düşüncesini ifade ediyor ve verdiği karar ne ise onun olması için gerekeni yapıyor. Netliğinin verdiği güç hemen size geçiveriyor. Meltem Cumbul; tiyatro sanatçısı, sinema ve dizi film oyuncusu, yönetmen, solist ve eğitmen. 13 yaşından beri bu yolda gelişiyor, büyüyor, büyütüyor…

İpek Kigan: Tiyatro eğitimine sizi yönlendiren neydi?

Meltem Cumbul:Tiyatro eğitimi almak istemem, çocukluk dönemimden itibaren edindiğim oyun kurma merakımla başladı. Bu merakım, arkadaşlarıma rol dağıtma-oyun türlerini belirleme-metin yazma-kostüm hazırlama, performans olarak da seyirciye hazırlanacak gösterinin dans, şarkı türleri belirlenmesi, eve gelen misafirlere sunumu gibi kendimi mutlu ve güvende geçirerek tanıdığım ortamlar içinde gelişti. 13 yaşımda İzmir’den İstanbul’a geldiğimizde ailemin de beni desteklemesiyle, Belediye Konservatuar’ı mezunu olan teyzemin eşliğinde Belediye Konservatuar’ı kursuna gitmeye başlamıştım. Shakespeare’in ‘Macbeth’ ve ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası   eserlerinden Lady Macbeth ve Puck rollerine çalışıyordum. Üniversite’de okuyan yaşı benden büyük kişiler vardı, ders veren şahıs da teyzeme daha beni hiç çalıştırmadan 13 yaşında bir çocuk Lady Macbeth’in ihtirasını nereden bilsin deyince, ağlayarak ‘Benim bu duyguları yaşamam gerekmiyor, bilebilirim.’ dediğimi anımsıyorum. Bu benim tiyatro eğitiminde ısrarcı olmama sebebiyet verdi.  Lise eğitimim sırasında dans ve şan dersleri de aldım. 17 yaşımda da MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’ne girdim.

Konservatuar, sizi nasıl bir yolculuğa çıkardı? Yolculuğunuz bittiğinde yola çıkan Meltem ile aranızda ne gibi farklar vardı?

Yolculuk halen devam ediyor. 1987-1991 öğrencilik, 2009-2018 yılları arasında ise eğitmenlik yaptığım MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuarı’nda, bu yıl yüksek lisansa başladım. Şimdi de bir yüksek lisans öğrencisi olarak okulumu deneyimliyorum. Tezime hazırlanıyorum. Konusu ‘Günümüz Sahnelerinde Fütursuz Oyunculuk: Enstrüman, İşçilik ve Olma Hali’. 2013 yılında D22 Tiyatrosu için sahnelenen, yönetmenliğini yaptığım Martin Sherman’a ait ‘Bent’ isimli eserin Eric Morris Sistemi üzerinden oyuncular ve mekanın hazırlanması; metin üzerindense, İçsel Analiz: Formalist ve Aksiyon Analizi, Dışsal Analiz: Beden Politikası(Biopolitik), Faşizm ve Queer üzerinden anlatırken, yaptığım çalışmaları aktarmanın yolculuğumdaki arşivini de böylelikle hazırlamış oluyorum.

Kariyeriniz boyunca tiyatro, sinema ve dizi film oyunculuğu, yönetmenlik, sunuculuk, talk-show, solistlik gibi birçok alanda yer aldınız. Sizi en çok tatmin eden hangisiydi?

Hepsi bir oyuncu olarak deneyimlediğim bedensel, zamansal, mekansal, edimsel, zamansal, maddesel, sessel, estetiksel, anlamsal, etkisel ve dönüşümsel alanlar. Yani gayet insani ve mesleki yani kariyer denir mi adına bilmiyorum. Aralarından, ‘canlılık’ temasını seçtiğim, show ve performans niteliği taşıyanlar 90’larda kültür için daha yeniydi, dolayısıyla bende de heyecan uyandırdığını söyleyebilirim. Yine 90’larda oyun sanatının filme aktarılarak yeniden üretilebilmesiyle ‘gerçek beden’ ‘gerçek mekan’ gibi kavramlar tiyatronun belirleyici seçilmiş kavramları arasında yer alıyordu, elektronik ortamda kaydedilmesi ‘canlı’ sahnelemeler açısından yine heyecan vericiydi. Sinema’daki oyuncu-kamera ilişkisi dolayısıyla bu ilişkiye aracı olan eser, kameraman ve yönetmen ile kurulan dolaylı ilişkide de; bedenselliğimi, sesselliğimi transformasyona uğratarak seyirciyi olduğum karakterler zorunluluğu içerisinde etkileyebilen ve yeni anlamlar üretebilen bir güç olarak kullanma deneyimini yaşadım.

meltemcumBugüne kadar girdiğiniz roller arasında en çok etkilendiğiniz rol hangisiydi? Ve en çok kimi canlandırmak isterdiniz?

Oynadığım roller arasında en çok etkilendiğim rol, Labirent Filmi –Reyhan karakteri. Füreya Koral, Semiha Berksoy, canlandırmak isteyeceğim kişiler arasında. Şu sıralar Kafka-Milena’ya Mektuplar üzerine de çalışıyorum.

Oynayacağınız role girmek için ne gibi çalışmalar yaparsınız?

Ön bilgi edinmemi sağlayacak eserle alakalı çalışma yaparım: Bireysel teması, toplumsal teması, toplumsal karşı teması, evrensel teması, yan temaları, çatışma eksenleri, kişileştirme ve ilişki düzlemi, sembolleri, zaman-mekan ve alt metinleri üzerine… Sonra da oynadığım karakterin, karakter zorunlulukları, tarihsel, toplumsal zorunlulukları, ilişki zorunluluğu, sorumluluğu, duygusal zorunluluklar üzerine masa başı çalışması yaptıktan sonra hangi seçim yolları kullanarak bu zorunlulukları yerine getireceğime bakarım. Yönetmenle yapacağım çalışmaya ön işçilik çalışmasını kendim yaparak katılmak isterim.

Uzun süre aynı rolü oynamak insanın kişiliğinde kalıcı bir etki bırakabilir mi?

Evet. Sıkıntı:)

Yaşamda kamera önünü mü yoksa arkasını mı tercih edersiniz?  

Modern çağ yaşamında kameraların önü ya da arkasında olma tercihinin bize ait olduğunu sanmıyorum. Artık her yer kamera. Ama tabii performans alanları ya da tiyatro salonları, sinema salonları, setler, stadyumlar, müzeler, bu alanların kuralları var. Kültürümüzde seyirci özne olmaya zaten çok teşne (çok istekli). Hatta bazen sanırsın nesneler özne… Grotowski oyuncuyu ve seyirciyi o kadar dar bir alana sıkıştırmış ki, yaşamda bu durumun kamera önü ya da arkası aktarımında olabilmesi için duyuların kameradan algılanabilir olması gerekirdi. Ama değil. Bu sebeple, kamera önü.

Bir süredir düzenlediğiniz Eric Morris Sistemi ile Mega Seçim Yolu: Alt Kişilikler Oyunculuk Atölyesi’nin diğer oyunculuk eğitimlerinden en temel farkı nedir?

Bir oyuncunun, metnin gerekliliklerini yerine getirmesi amacıyla hem seçimlere hem de o seçimlere ulaşabilmek için seçim yollarına ihtiyacı vardır. Eric Morris Sistem’de adına işçilik dediğimiz metnin zorunluluklarına, kişi, mekan, objeyle ulaşabiliriz. Bu seçimlere de erişme aracı 32 yolla mevcuttur. Terminolojik olarak kafanızı karıştırmadan anlatacak olursam, alt kişilikler bu 32 seçim yolundan sadece bir tanesidir. Mega seçim yolu diye adlandırma sebebi, bir eserin tamamını mesela Skakespeare’e ait ‘Hamlet’ eserindeki tüm karakterleri çağdaş sanat alanından bakılarak kolaj yapılsa sadece alt kişilikler üzerinden bir aktör canlandırabilir (cinsiyet gözetmeksizin). Alt kişilik arketipleri üzerinde kuramsal çalışmalar yapmış olan Carl Gustav Jung (1875-1961) ‘Bir kişi birçok yüzü olan birçok parçanın karmaşık bir koleksiyonudur ki buna kişilik denir.’ der. Eric Morris kuramı içindeyse bu kişiliklerin eserde kullanılabilir hale gelmesi oyunculuktur. Bu çalışmayı da kendisinden terapi aldığı bir psikolog olan Dr. Hal Stone aracılığıyla keşfetmiştir. Teknik, ses diyaloğu üzerinden ilerler. Atölye çalışması üç gün sürüyor. Yine Eric Morris Sistem’e ait bir başka mega seçim yolu olan dışsal çalışmalar da üç gün süren atölye çalışması kapsamında.

La Boucherie Dinner Theatre’de solist olarak programa çıkıyorsunuz. Nasıl gelişti bu olay? Repertuarınızda ne tarz parçalar var?

2018 Ekim ayında başladığımız programın repertuarını Melis Sökmen ve Evren Karakul’la beraber oluşturduk. Mekana güven duyabileceğimi uzun bir zaman gözleminden sonra hissedip, kendimi orada görebildim. Klasik Caz parçaları yanı sıra eğlenceli bir repertuar.

hillsidermagazine92-meltemcumbul3


Şarkı söylemek ile oyunculuk sizin için hangi noktada birbirinden ayrılıyor?

Bir çok müzikal ve filmde şarkı söyledim. Bu söylediğim şarkılar oynadığım karakterlerin şarkıları söyleme biçimine göre bedenimden ses olarak çıktı. Sadece şarkı söylediğimdeyse; ses parçalarının bana çağrıştırdığı, hissettirdiği ve üslubunun ne olduğunu karşılayarak seslendirdiğim yeniden üretimler gibi. Bazen taklit bazen öykünme, bazen de ben.      

Yorucu, yıpratıcı, iniş-çıkışları bol olan, mücadelenin hiç bitmediği bir meslek seçmişsiniz. Bu seçim karakterinizi de yansıtıyor mu?

Aslında nasıl bir bakış açısı geliştirdiğinizle ilintili, sizin bakışınızdan, tecrübe etmediğiniz için, yorucu, yıpratıcı, iniş-çıkışları bol olan, mücadelenin hiç bitmediği bir meslek gibi görünmesi normal. Oysa ki beyin cerrahı olsaydım dediklerinize katılabilirdim. Kendi mesleğimle ilgili söyleyeceğim şey ise, sadece aracılık ettiğime dair. Yani öznesel ya da nesnesel her türlü harekete aracılık ettiğimi söyleyebilirim. Zevkli bir transformasyon çalışması kısacası. Oyunculuk yapan arkadaşımız Rüzgar Erkoçlar’ın, bedensel çalışması çok başarılı mesela. Mesleğimin dışındaki yaşamsal sürecim tamamıyla kendi biyolojik, sanatsal, duyu ve duygusal ihtiyaçlarıma yönelik.

Hayatta tutkuyla bağlı olduklarınız nelerdir?

Tutkulu bir kişiyim. Varlığımı temsil eden her şey.

Biriktirdiğiniz bütün tecrübeleri kalbinizin derinlikleri ile harmanladığınızda ortaya çıkanı bir cümle veya bir kelime ile nasıl ifade edersiniz?

Zeki Müren’in dediği gibi, kalbimin derinliklerinde en nefret ettiğim üç şey: Riya, yalan ve nankörlükJBi de tecrübelerim sonucu yine Zeki Müren’e katılmadan edemeyeceğim; ‘Yıldırımlar yüksek tepelere düşer.’ ‘Meyve veren ağaç taşlanır.’ ‘Taklitler asıllarını yaşatırlar.’ … Zeki Bey’e çok hayranım da…

meltemcum3kopyaKaçıp, sığınmayı sevdiğiniz ülke veya şehir neresidir?

Evim.

Birçok insan Kasım ayını sevmez. Zorlayıcıdır çünkü. Bir mevsimin bitişidir, Akrep Burcu zamanıdır, dönüşüme zorlar, kışa hazırlar, yüzleştirir, derinleştirir. Kasım ayında doğan bir Akrep burcu insanı olarak siz nasıl hissedersiniz yılın bu zamanında?

Astroloji ve burçları hatta bütün o ön yargı oluşturan pin kodları ya da numaralojileri bir kenara bırakırsak, Kasım ayının bende yarattığı etki şöyle; kış soğunu evimde, tenimde hissetmeye başladığım, kışlıkları ve yorganları çıkarttığım, kombiyle uğraşmaya başladığım bir ay. Soğuklar bastırınca sokakta yaşayan insan, hayvan tüm canlılar, hapishaneler, set ortamlarında sokakta çalışmak zorunda olanlar, inşaat işçileri, çöp taşıyan küçük ve büyük insanlar… Kışa hiç bir zaman hazır olmayan hayat şartları, Zincirlikuyu Mezarlığı üzerinde yazan ‘Her canlı bir gün ölümü tadacaktır’ yerine ‘Her ölümlü bir gün hayatı tadacaktır.’ cümlesiyle değiştirilebilir düşüncesi beni bir sarar. Sonra, başımı sokacak bir evim olduğu için mutlu olurum.  

Size sihirli bir uçan halı getirseydim ve deseydim ki: “Bu halı sizi istediğiniz zamana, mekana götürebilir. Ama sadece götürür, geri getiremez. Yanınıza da tek bir şey alabilirsiniz.” Binip gider miydiniz? Hangi zamana, dünyanın neresine gitmek isterdiniz? Ve tabii yanınıza alacağınız ‘ o tek bir şey ‘ ne olurdu?

“One way ticket” Eruption 70’lere dair bir anlayış sorusu sanırım 🙂 Tek yön bana göre değil!

 

 

 

 

 

 

HILLSIDER 91 / ONUR BAŞTÜRK

hillsidermagazine91 - onur basturk 1

Fikrimde bir Onur Baştürk vardı. Yıllardan beri yazılarına gizlenmiş ipuçları ile tanıdığım, köşesinden bakan yüzüne aşina olduğum başarılı bir gazeteci. Uzak bir yerlerden yazar gibi gelirdi bana. Uzansam tutamazmışım gibi! Konuşsam duyamazmış gibi!

 Sonra bir gün, baktım tam karşımda bütün içtenliğiyle bana gülümsüyor. Gözünde tarifsiz bir renk, yüzünde güven veren samimiyet, olanca kendiliğinde…  

 Sonra mı? Bol bol sohbet, muhabbet …

İpek Kigan: Seni yıllardır takip ederim. Fotoğraflarına baktığımda her zaman ilk geçen duygu mesafedir.  Ama insan, seni biraz tanıyınca, bu mesafenin ardında sıcak, samimi, içten, insanın derinini görebilen biri olduğunu fark ediyor. Bu mesafeli duruşun arkasındaki gerçek duyguyu merak ediyorum.

Onur Baştürk:Doğru, ben hemen samimi olamam. Çok hızlı bir şekilde samimi olanı da samimi bulmam! Bir de günümüzde insanların arasındaki yüz yüze iletişimin hiçbir derinliği kalmadı. Biriyle karşılaştığımızda saniyede kaç kez, “Naber nasılsın, neden görüşemiyoruz” kalıbını kullandığımızı bir düşünsene! Aşırı samimiyetsiz. Görüşemiyoruz, çünkü aslında görüşmek istemiyoruz, bu kadar basit 🙂 O nedenle bir mesafem var belki, ama bu hesaplı kitaplı bir şey değil. Kendiliğinden…  Yüzümden anlaşılır zaten içimden geçen hisler, parçalı bulutlar…

IMG_7532

Ne tarz insanların yanında kendini rahat hissedersin? Yanında rahat ettiklerim, benim gibi olanlar aslında. Aynı duyguyu taşıyanlar. Belli bir mesafeden karşısındakine bakıp, yavaş yavaş kalbe değenler…

 

İşini çok iyi yapmandan, severek yaptığın belli. Peki gazeteci olmanın en hoşlanmadığın tarafı nedir?

“Benim mekanım, albümüm, filmim, şuyum buyum hakkında böyle yazmışsın; ama ne kadar emek var onun ardında biliyor musun?” serzenişine sığınanlar! Her işin ardında az ya da çok emek vardır. Mesele bu değil ki! Bunu bir türlü anlamadılar. En sıkıldığım tarafı bu.

hillsidermagazine91 - onur basturk 2

Seni gazeteci olmaya iten esas dürtü neydi?

Yazmak. Bir şekilde yazı yazmak. Gördüğümü aktarmak. Tamamen bu.

Son 13 yıldır Hürriyet’tesin. Öncesinde nerelerde çalıştın?

Hürriyet’teki köşem 2005’te başladı. Hatta ilk yazımı anımsıyorum İbiza üzerineydi. O zamanlar böyle life style köşesi filan hiç yok, dolayısıyla “Herkese hitap eden bir gazetede ilk yazı İbiza olur mu acaba?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hürriyet öncesinde ise Vatan var. Hem editörlük, hem muhabirlik, hem yazarlık yaptım orada. Köleydim yani! Vatan’dan önce ise Aktüel Dergisi. “Tasavvufçu Sado Mazoşistler” gibi şu an medyada hayatta yapılamayacak haberleri yapmıştık Aktüel’de. O haberlere baktıkça geldiğimiz noktaya şaşırıyorum.  Mesleğe ilk başlangıç ise Duygu Asena’nın dergileri Kim ve Negatif. Duygu Hanım’la ilk görüşmem dün gibi aklımda. Sırf beni işe alsın ve sevimli görüneyim diye iş görüşmesinde, “Aynı gün (19 nisan) doğmuşuz Duygu Hanım” filan demiştim. Bir Koç burcu olarak tabii ki çok takılmamıştı bu gereksiz cümleme. Ben de olsam aynı şeyi yapardım. Onu sevgiyle anıyorum buradan. Çok başka bir kadın ve gazeteciydi.

Merak duygusuyla beslenen  bir iş yapıyorsun. Mesleğin dışında da meraklı biri misindir?

Evet, merak olmadan bu iş olmaz. Ama bu her şeyi de merak ediyorum anlamına gelmiyor. Meraklarım yaşla, tecrübeyle beraber değişiyor. Bu da çok doğal.

Peki sence merak kediyi öldürür mü

Öldürmez, yaşatır. Ayakta tutar. Kişinin kendine faydası olan meraktan bahsediyorum tabii. Yoksa alt kattaki komşunun kiminle yattığını merak ediyorsan geçmiş olsun. O merak öldürür, boğar..

hillsidermagazine91 - onur basturk 3

Yazılarında sarkastik bir tavrın var. Peki kendinle de dalga geçebilen, öz eleştiri yapabilen biri misin?

Yaparım. Hatta samimi olduğum arkadaşlarımla en sık yaptığımız şey “hakaret tarzı espri”  dediğimiz şey. Biraz İngiliz tarzı, soğuk. Herkesin ilk başta anlayamayacağı türden. Ama kendimi tam anlamıyla eleştirebilir miyim, bak orası kırılgan. Kimsenin tam anlamıyla kendini eleştirebildiğini de sanmam. Çünkü kendimizi korumaya odaklıyız hep.

 

 

Seni takip eden, okuyan insanlar, sence sendeki neyi seviyorlar? Senin yazılarında buldukları farklı, ayırt edici ve alışkanlık yapıcı lezzet nedir?

Bu soruya ben yanıt vermeyeyim, ayıp olur. Sonuçta hala orta direk terbiyesine sahibim. Ben kendimden “Ben şöyleyim, çünkü…” diyerek bahsedemem, övgü denizlerine girip “Ben var ya ben” taslayamam.

Uzun yıllardır pilates yaptığını ve bir eğitmen kadar bilgiye sahip olduğunu biliyorum. Neden pilates senin için vazgeçilmez?

Teşekkür ederim 🙂 Evet, şaka maka 11 yıldır yapıyorum. Ben ilk başladığımda pilates bu kadar popüler değildi İstanbul’da. İki-üç salon vardı sadece. Çok az da eğitmen. Sonra bir şekilde dibine kadar öğrenmek istedim pilatesi. Stott’un İstanbul’a gelen eğitmeninden on günlük kurs aldım. Amacım ders vermek değildi, ama ileride neden olmasın dedim. Pilates vazgeçilmezim, çünkü kendi bedenimde bire bir etkisini gördüm. Hiç bırakmadan yapılırsa bedenin sınırlarını nasıl zorlayacağını ve aslında sürekli taşıdığımız bu bedenin her yerini hissetmenin nasıl bir şey olduğunu da!

Çok yönlüsün. Bestesini de, şarkı sözlerini de senin yazdığın bir müzik albümün var. Ve oradaki şarkılar hep ‘aşkın hallerini’ anlatıyor. Seni aktive eden duygu aşk mıdır hayatta?

İlk albümde öyleydi, doğru. Ama o aşk bitti ve son dönem yaptığım ama henüz kimselerin duymadığı şarkılarda ise ana yol aşk değil. Daha çok hayatın kendisi, anlamı…

‘Aşk’ ı nasıl anlatır senin sözlerin?

Eskiden olsa “onun peşinden deli gibi sürüklenme, acı çekme” derdim. Şimdi ise “yan yana aynı şemsiyenin altında yürüyelim” diyorum. İki gün sonra da değişir bunlar, bakma sen bana 🙂

Yaratıcılığını en rahat hangi alanda kullanabiliyorsun?

Yazı, şarkı, ah bir de son dönem deli gibi ev dekorasyonu! Bu konuya merak saldım ve evimi baştan aşağı yarattım. Hatta Coastal Home’cularla oturdum, hayalimdeki kütüphaneyi onlarla beraber oluşturdum. Dekorasyon, tasarım alanında bir şey mi yapsam diye düşünmüyor değilim.

Hayalindeki kütüphaneyi merak ettim. Nasıl bir şey çıktı ortaya?

Aslında klasik, Hampstons tarzı, yazlık, beyaz, ama işlevli, içine şarap şişesi dahi konulabilen bir kütüphane!

Evinin dekarosyonunu yaparken, Feng Shui gibi dekorasyonun enerjisini ayarlayan akımlardan da faydalandın mı?

Yok, ama kendiliğinden anlıyorum ben “Bu koltuk orada ölü duruyor” ya da “O masa orada olmamış, enerjiyi bölmüş” diye. Bir de çok fazla oynuyor ve kafa yoruyorum. Bu yüzden de hissediyorsun enerji nerede fazla, nerede az. Ama zaten ev de küçük. Enerjinin de fazla şansı yok yani :))

Bir röportajında ‘ Hep aynı yerde kalmak çok sıkıcı’ demişsin. Neden bir yerde uzun süre kalamıyorsun? Hareket halinde olmak, çok gezmek, duramamak aslında aradığın bir şeyi mi gösteriyor? Neyi arıyorsun?

Nefis bir soru. Benim de kafa yorduğum konulardan biri bu. Benimki, “Buradayım ama bir başka yerde olan şeyi kaçırıyorum” duygusu değil. Öncelikle bu kendi kendime geliştirdiğim ‘life style’ yazarlığının bir sonucu. Ne kadar çok şey görürsem, o kadar çok bilgi sahibi oluyor ve analiz edebiliyorum. Masa başında olmaz bu iş. Klişe ama, dünyada da böyle.

Bir yandan da benim ruh iklimimle alakalı. Bir insan neden aynı hayatta iki ya da üç şehirde/ülkede yaşamasın? Neden sabit bir yerde kalsın gibi konulara takıntım yüzünden. Ayrıca yolda olmak gerçekten kafamı açıyor. Başka vizyonlar ekliyor hayatıma. Evdeyken o kadar olmuyor. Çünkü evde sığınaktasın, yuvadasın, güvendesin. Risksiz bölgedesin.

Dünyada kendini en ait hissettiğin ülke veya şehir neresi?

Bu konuda uçlardayım. Bir yanım Kuzeyci. İzlanda’yı çok sevdim ve oranın ıssız doğası beni benden aldı. Ama bir yıl önce gittiğim Buenos Aires’le beraber bir yanım da Arjantinci. Oranın Latin-Avrupa karışımı rengi çok hoşuma gitti. Bir de insanları. Bizim gibi çok şey görmüş geçirmişler, ama bizden ayrılan yanları var. Mesela hayata naif bakma şekilleri. 

Önündeki ilk seyahatte gitmek isteyeceğin yer neresi olurdu?

Bu sorunun birkaç yanıtı var. Kolombiya derdim ya da Yeni Zelanda.

IMG_7534

Yeni bir ülke görmenin en büyük hazzı nedir sence?

Yeni bir yer görmenin hazzı bambaşka ya. Bir kere çocuk gibi oluyorsun. Her şeyi keşfetmek istiyorsun. Rutininden çıktığın için kafan vızır vızır çalışıyor. Hücrelerin yenileniyor sanki, o derece kuvvetli bir his.

Bu kadar kalabalıkların içinde, gittiğin yerlerde insanların gözü üstünde. Mutlu musun bu durumdan?

Üstümde mi gerçekten? Sanmıyorum öyle olduğunu. En fazla -çok mekan yazdığım için- işletmecilerin gözü üzerimdedir.

 

 

O da var tabi: )  Peki kaleminin gücü sana dost mu getirdi, düşman mı?

İnsanları dost ya da düşman diye ayırmıyorum. Çünkü her ikisi de çok güçlü bir kelime. Ama evet, kötü niyetliler daha çok geldi diyebilirim.

Gecenin katmanlarını çok iyi bilen bir gazetecisin. En çok hangi anlarını seversin?

Akşamın ilk saatlerini seviyorum aslında. Sonrası ise başka bir mevzuu oluyor: İnsanların gri alanlarını görmeye başlıyorsun. O gri alanlarını açmaya başlıyorlar. Bu şaşkınlık ve heyecan verdiği kadar yorucu da olabiliyor. Çünkü gündüzleri sadece siyah beyaz insanlar. Saklanıyorlar…